İmgelerin ve görsel kültürün kendilerine özgü kurallarla açıklandığı, eşyayı ve insanı anlamlandırmada, bakma ve görmenin en önemli vasıta sayıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Görsel kültürün öteki kültür çeşitlerine üstünlüğü öylesine baskın ki, “görme” modern kültürde neredeyse “anlama” ile eşanlamlı hale gelmiştir. Gerçek dünyanın yalnızca görüntülere aktarılmak suretiyle onandığı ve görüntülerin gerçek varlıklara dönüştüğü bu dünyada, gösteri dünyasının yaylım ateşi halindeki kitle iletişim araçları, görünenin iyi olduğu konusunda ağız birliği yapmış gibi.
Peki ya tüm bu imgeler, benlik duygumuzu, bireyselliğimizi ve toplumsal varlıklar olarak statümüzü giderek artan bir hızla etkisi altına alırken, sesin yeri nerededir? Hiç ses çıkmamakta mıdır yoksa çoktan bizi esir mi almıştır? İşte tam da bu noktada Mohsen Makhmalbaf’ın 1998 yapımı Sessizlik (Sokout) adlı filmi bize hem görsel hem de işitsel bir şölen sunar. Festivallerde ilgiyle karşılanan ve Venedik Film Festivali’nden ödülle dönen film, görsel dünyanın hegemonyası altında pek de sesi çıkmayan “sesin” önemini vurgularken, bu anlatıda “göz-görme” odağının yerine “ses-dinleme” odağına geçilmiştir.
Makhmalbaf’ın Entelektüel Dönüşümü
İlk önce filmin yönetmeni Makhmalbaf’tan biraz bahsedelim. Tahran’ın fakir bölgelerinde büyümüş alt-sınıftan bir genç olarak, şah karşıtı bir örgüte katıldığı için gençliğinde hapse girmiştir ve bu süreç kendisini daha iyi tanımasına ve hayata bakış açısının değişmesine vesile olmuştur. Geçirdiği bu entelektüel değişim sayesinde siyasetten uzaklaşıp sanat, edebiyat ve özellikle de sinemaya yönelen Makhmalbaf, böylelikle devrim sonrası İran’ında bir yazar ve yönetmen olarak 18 uzun ve 6 kısa film yazıp yönetmiştir. Sahici bir rejim eleştirmeni sıfatıyla bir tür halk kahramanı payesine yükselmesine ve nihayetinde kendisi de sansürlenen bir muhalif haline gelmesine rağmen filmleri birçok uluslararası festivale katılmış ve ödüllerle dönmüştür. Makhmalbaf için, etkileyici sinema dili ve müthiş öykü anlatma yeteneği ile günümüz İran sinemasının dünya çapında en çok tanınan temsilcilerindendir diyebiliriz. Genellikle, insanın hakikat arayışını, sanayi toplumlarının makineleşmiş ilişkilerindeki eksik boyutları, toplumsal sorunları işleyen İran filmleri, konu açısından oldukça sade olmakla birlikte, gündelik hayatta gözden kaçan sıradan insanların hikayelerini çarpıcı şekilde anlatır.
Hurşid Adında Bir Çocuk
Sessizlik, Tacikistan’ın küçük bir kasabasında annesiyle birlikte yaşayan 10 yaşındaki Hurşid’in hikayesini konu almaktadır. Görme özürlü olan Hurşid, keskin işitme duyusu sayesinde geleneksel müzik aletlerinin akortçuluğunu yapmakta ve çoğu zaman da kendisini güzel seslerinin peşinden sürüklenip kaybolurken bulmaktadır.
Filmin odak noktasını sesler ve müzik oluştururken yönetmenin buna dair ilginç bir anısı vardır. Çocukluğunda büyükannesinin müzik dinlerse cehenneme gideceğini söylediğini belirten Makhmalbaf, sokakta yürürlerken “kendi iyiliği için” parmaklarıyla kulaklarını tıkadığını söyler. Dinlediği ilk batı müziği Beethoven’ın 5. Senfonisi’dir. Makhmalbaf, bu parçanın ihtişamından ve gücünden çok etkilendiğini ve o zamandan beri bu dört notanın sürekli kafasının içinde dönüp durduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla filmin başında, sonunda ve ara sekanslarda duyulan 5. senfoninin ilk 4 notasının hikayesi de budur. Aslında bu haliyle Makhmalbaf’ın, müziğin etkisi altındaki Hurşid’den pek bir farkı yoktur.
Filmin senaryosuna bakıldığında, pek çok sembolik öğe ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Daha Hurşid’in ilk sahnede, yolunu kaybetmemesi için dua ettiği ve sonralarında sesinin bozulmaması için gübreye konan arılarla konuşmaması gerektiğini söylediği arı, kendisini simgelemektedir. Çünkü Hurşid her seferinde kaybolur ve bir türlü konsantre olamadığı için akordunu yaptığı aletler kötü ses çıkarırlar. Oysa Hurşid için ses çok önemlidir, bayat olduğunu anlamasına rağmen sırf satıcısının sesi güzel olduğu için ondan ekmek bile alır. Çünkü, güzel ses onun için adeta tüm kusurları örten, belki de gözlerindeki perdeyi bile kaldırma gücüne sahip bir çeşit büyüdür. Öte yandan, otobüsteki kızların ezberlemeye çalıştığı şiir ona anı yaşamasını telkin ederken, çarşıda radyodan gelen şarkı ise ona yolundan sapmamasını hatırlatır. Hurşid hep böyle bir ikilem içindedir. Filmin en şiirsel sahnelerinden biri olan, Hurşid’in akort yaparken Nadire’nin onun müziğiyle dans ettiği sahnede, ustasının camın ardından yüksek sesle pazarlık yapması ve onlara kınayarak bakması, şiirsel dünya ile maddi dünyanın arasındaki uçurumu simgeleyen bir sahnedir. Bir an için hayatın gerçekleri vardır ama sonraki an, onu hayatın gerçeklerinden çekip çıkaran müzik vardır. Sese tutkun olan Hurşid, ustasından maaş alamadığında ya da evden çıkarılacaklarını bildiğinde bile tutkun olduğu sesi düşünür, onun gözündeki bu saf güzellik her şeyden önce gelir. Bir nevi ikilemde olsa da, gerçek dünyadan uzaklaşıp hayallerinin dünyasını seçmiştir.
Sessizliğin Kafkaesk Filmi
Filmdeki en önemli metaforlardan biri olan Hurşid’in kulaklarının sürekli pamukla tıkanması aslında bu haliyle, tıpkı büyülü şarkıları ile gemicileri etkisi altına alan ve gemilerinin kayalıklara çarpıp batmasına sebep olan Odysseia’deki Sirenlerin hikayesine benzer. Onların o karşı konulmaz şarkılarını dinleyen balıkçılar da, belki öleceklerini bile bile, engel olamadıkları bir şekilde, bu sesin kaynağını bulma isteğinin peşinden gitmişlerdir. Kuşkusuz bundan etkilenen Kafka da, Sirenlerin Sessizliği adlı kısa hikayesinde, Odysseus’un bu doğaüstü yaratıkların her şeyin içine işleyebilen şarkılarına direnebilmek için kendisini teknenin direğine nasıl zincirlediğini ve kulaklarını da bir avuç balmumu ile tıkadığını şöyle dile getirir:
Sirenlerden korunmak isteyen Odysseus kulaklarına bal mumu tıkamış, kendisini siren direğine sımsıkı zincirletmişti. Aynı şeyi, Sirenlerin daha uzaktan ayartıp baştan çıkardığı kimseler değil ama, başkaları öteden beri yapabilirdi kuşkusuz. Ama bunun bir işe yaramayacağı bütün dünyaca biliniyordu. Sirenlerin şarkıları ne varsa delip geçiyor, şarkının ayartısına kapılanların içinde zincir ve direklerden daha da fazlasını kırıp parçalayabilecek bir tutkunun doğmasına yol açıyordu. Belki Odysseus da işitmişti bunu, ama umursadığı yoktu. Bir avuç bal mumuyla bir bağ zincire katıksız güven besliyor, başvurduğu önlemden dolayı sevinç içinde sirenlere doğru yol alıyordu.
Oysa tam da bu noktada Sirenlerin daha ölümcül bir silahları vardır; o da sessizlikleridir. Kafka, insanların onların şarkılarından kurtulabileceğini ama sessizliklerinden kaçamayacaklarını ima eder. Odysseus kulaklarında bir avuç balmumu Sirenlerin yanından geçerken, aslında onların şarkı söylemediklerini ve sessiz kaldıklarını farketmez. Bir an için, onların inip çıkan gırtlaklarını, şişip duran göğüslerini, yaşla dolmuş gözlerini ve yarı açık dudaklarını görünce, aksine onların şarkı söylediklerini fakat kendisinin işitmediğini düşünür. Oysa onlar Odysseus’un bu zafer dolu tavrını görünce onu ancak sessizlikleriyle alt edebileceklerine inanmışlardır ya da onun kendine duyduğu bu mucizevi güvenden dolayı şarkı söylemeyi unutmuşlardır. Kafka, “Sirenlerin bilinçleri olsaydı o anda yok olup giderlerdi” der. Çünkü kimse sessizliklerinin duyulmamış olduğu bilinci ile yaşayamaz. Bir insanın sessizliğine kayıtsız kalınması ve kulak tıkanması verilebilecek en büyük cezadır.
Kimbilir belki Hurşid de, görmediği ölçüde görülmediğini düşünüyor ve bundan ancak içinde kendi temsilini bulduğu o güzel seslerin peşinden gidip o müziğin bir parçası gibi hissederek ve hatta onu yaratarak, kurtulacağını düşünüyordu.
Kafka’nın “Josephine the Singer, or the Mouse Folk” adlı öyküsüne baktığımızda ise yine benzer bir durumla karşılaşırız. Hikaye şöyle başlar:
Şarkıcımızın adı Josephine. Onu dinlemeyen biri şarkının gücünü bilmiyor demektir.
F.Kafka, Açlık Sanatçısı
Ama fare halkı ne kadar şarkının gücüne inansa da aslında Josephine’in şarkısının özünde sıra dışı hiçbir şey simgelemediğinin de farkındadır. Aslında onların Josephine’in şarkısında buldukları şey, yaşayamadıkları kendi çocukluklarıdır. Çünkü farelerin, dışarıda onların hayatlarını tehdit eden tehlikelerle başa çıkabilmeleri için, bir an önce büyümeleri ve yetişkin olmaları gerekmektedir. Dolayısıyla doğdukları andan beri ne bir çocuklukları ne bir hafızaları ne de bir tarihleri vardır. Onlar için bu tarihi oluşturan kişi ise Josephine’den başkası değildir. Sessizce onu dinlediklerinde rüyalara dalan ve sanki bir aynanın karşısından geçermişçesine, önlerine kendi tarihleri ve özlemleri gelen fare halkı, bunu şöyle belirtir:
Bu ıslıkta, kısa süren zavallı çocukluğuma, bir daha asla geri gelmeyecek olan kayıp mutluluğa dair bir şeyler var, fakat aynı zamanda bugünün çalışma hayatına ve onun küçük, akıl ermez ama katlanılabilir ve asla söndürülemez neşesine dair bir şeyler de var.
F. Kafka, Açlık Sanatçısı
Görüldüğü üzere Josephine, yaşamamış oldukları bir çocukluğu onlara geri getirerek, kaybolmuş ve hiçbir zaman olamamış olanı, yeniden algılama imkanı verir. Josephine sahneye çıktığında oluşan sessizlik içinde, bir anlığına da olsa gündelik hayatın ve düşmanların tehditi askıya alınır ve işte orada bir düş yaşanır.
Kuşkusuz, Josephine’nin sesinin bu kadar farklı ve olağandışı olmasının sebebi, performansını sahne üzerinde sergilemesi ve sesini bir ifade şekli olarak kullanmasıdır. Hurşid’e baktığımızda da peşinden sürüklendiği müzikte adeta kendisini bulması ve son sahnede de bir orkestra şefi gibi müziği yönetmesi, kendini ifade etme gücünün doruk noktasına ulaştığını simgeliyor olabilir. Zira tıpkı Josephine’in yaptığı müziğin sanat olması için sahnede varolması ve bir seyirci kitlesi tarafından izlenmesi gerektiği gibi, Hurşid de kendi kendine akort yaparken, bir türlü kusursuz bir seviyeye ulaşamaz ve her seferinde yanlış akort yapar. Ancak filmin son sahnesinde, tüm enstrümanların sesini yöneterek o mükemmel tona ulaşır ve yarattığı sesle tüm seslerden üstün olan bir sanatçı kimliğine erişir. Böylelikle tıpkı Josephine’in sıradan bir şeyi sergileyerek sıra dışı bir etki yaratması gibi, Hurşid de kendi sıradan varoluşu aracılığıyla yarattığı müzikle sıra dışı bir konuma yükselir. Ama Josephine kendisine atfedilen sanatçı kimliğini benimseyip, kendisini üstün bir kişilik olarak görmeye başlayınca, halk onu tolere etmemeye başlamış ve halkın sözcüsü konumundayken artık onları karşısında bulmuştur. Hurşid ise handaki bütün esnafın onun komutasında bir şeyler çaldığı ve bir nevi onun enstrümanı haline geldiği sıradışı bir yükseliş yaşar ve belki de onların dikkatini daha önce farkına varmadıkları seslerin ve müziğin güzelliğine çekerek, yarattığı bu farkındalıkla onların sözcüsü haline gelir.
Sonuç itibariyle, aslında otobüsteki kızların ezberlediği şiirdeki gibi geçmişin karmaşıklığından ve geleceğin endişelerinden kurtulup anı yaşamak gerektiğinin altını çizen bu film, evden çıkarılma ve işten de kovulma tehlikesine rağmen hep “o anın içinde” ve “o an için” yaşayan Hurşid’in hikayesini anlatıyor. Hurşid geçmişi ve geleceği o an uğruna feda ederek, son derece gelişmiş duyma yetisi sayesinde algıladığı dünyanın güzelliği ile büyülenir tıpkı Sirenler’in şarkıları tarafından büyülenen balıkçılar gibi, Odysseus gibi ve de Josephine gibi. O da yaratıcı süreçle ilgilenen bir sanatçı işlevi görür, mutlu olacağı bir evren yaratmaya çalışır.