Düz bir çizgiden bakıldığında, bir Hollywood eleştirisi olarak yorumlanabilecek bir film konumundaki The Substance, güzellik ve gençliğin kaybolmasıyla bir dönemin popüler yıldızı olan kadınların düştüğü yalnızlığı ve maruz kaldığı kötü davranışları gözler önüne seriyor. Bunu yaparken de bedenin nasıl metalaştırıldığını sert bir şekilde işliyor. Coralie Fargeat’nın kadınların metalaştırılmasını ve erkekler için birer arzu nesnesi olarak görülmesini eleştiren feminist bakış açısını daha önce Revenge filminde, bedenin mükemmel bir versiyonunu yaratma arzusunu da Reality+ kısa filminde ele aldığını görmüştük. Fargeat, bu sefer her iki konuyu bir araya getirerek Cannes Film Festivali‘nde prömiyerini yapan The Substance’la bize daha katmanlı ve bol göndermeli bir hikaye sunuyor. Şu an Mubi’de gösterimde olan film, günümüzde birçok kişinin içi boş ün ve güzelliği ile vitrine çıkma çabasına da gönderme yapıyor; alter egoyu, bedenin metalaştırılmasını, erotizmi ve görselliği sarkastik bir şekilde eleştiri aracı olarak kullanıyor.
Gençlik Çeşmesinden Kana Kana İçmek
90’ların önemli yıldızlarından olan fakat zamanla gözden düşen, medyada daha ziyade özel hayatıyla anılır konuma gelen Demi Moore’un karşımıza unutulmaya yüz tutmuş 50 yaşına girmek üzere olan bir yıldız olarak çıkması filme olan ilgimizi arttırıyor. Film başlar başlamaz, izleyici sanki bir kurguyu değil de Demi Moore’un kendi hayatını izliyormuşçasına ilginç bir hisle filmin içine çekiliyor. Bu bağlamda Demi Moore’un, filmin işlediği konu açısından oldukça iyi bir seçim olduğu söylenebilir. Ayrıca Moore’un büyüleyici oyunculuğu da bu seçimin doğruluğunu kanıtlıyor.
Görüntü yönetmeni Benjamin Kracun’un da yetenekleriyle, Fargeat’nın The Substance’da verdiği mesajların ve ele aldığı konunun farklı şekillerde de olsa hep güncelliğini koruyan bir olguyu içermesi nedeniyle, zamansız bir Los Angeles yaratılmış. Fargeat’nın her zamanki gibi az karaktere odaklandığı filmde, 80’lerde mi 90’larda mı yoksa teknoloji ve bilimsel gelişmeleri düşündüğümüzde daha ileride bir zamanda mıyız anlayamıyoruz. Brutal mimari, insansız sokaklar, eski moda stüdyolar ve evler iç içe geçmiş ve zamansız bir kurgunun sembolü gibi duruyor. Bu da mesajların ve alt metnin gücünü daha da ön plana çıkarıyor.
Filmde izleyiciye katmanlı ve ilgi çekici bir problemin odağını sunan olaylar, normal standartlara göre oldukça formda ve çekici olmasına rağmen yaş almış ve günümüzün güzellik ve beden algısı nedeniyle gözden düşüp yıldızı solmuş, en son işinden de kovulmuş olan Walk of Fame yıldızı Elisabeth Sparkle’ın daha genç ve göz alıcı bir versiyonunu yaratacağını iddia eden yeşil bir sıvıyı enjekte etmeye karar vermesiyle başlıyor. Filmin geri kalanında Elisabeth’in bu kararının sonuçlarını ve diğer tercihlerini, kendisiyle ve klonuyla olan mücadelesini görüyoruz.
The Substance’ın Anlam Denizi
Julia Kristeva ve Abject (İğrenç/Zelil) Kavramı
Julia Kristeva’ya göre temelde abject (iğrenç/zelil), toplumun ve insan koşullarının sınırlarında yer alan, itici ve korkutucu ancak varoluşumuz ve kimliğimiz için önemli olan unsurları içerir. Kristeva, benlikten temel olarak dışlanan abject kavramından şöyle bahsediyor:
İğrenç, bedenle ilişkilidir: kan, irin, balgam, mukus, dışkı vb. bedensel atıklar, iğrenmeyi tetikler. İç ve dış arasında beliren bir sınır olarak beden ve onu aşarak, ihlal ederek özne-ben’e meydan okuyan bu atıklar, kirlilik, yapışkanlık ve hatta çürüyen beden, ceset, “bana yaşayabilmem için durmaksızın uzaklaştığım şeyi gösterir.
Korkunun Güçleri, Julıa Krısteva
Aslında abject kavramı gücünü işaret ettiği bir kirlilik ya da hastalıktan değil, bir kimliği, sistemi ya da düzeni rahatsız etmesinden alıyor. Zira iğrenç olan, sınırlara, konumlara ya da kurallara saygı göstermeyen bir şeydir.
Kristeva’nın abject kavramı, sadece psikanalitik teoriyi değil, daha geniş bir kültürel eleştiriyi de kapsıyor. Sinemada da özellikle Cronenberg’le özdeşleşen bedensel çözülme ve dönüşüm temaları Kristeva’nın abject kavramına atıfta bulunur. The Substance’ı da haliyle artık bu kategoriye koyabiliriz. Abject kavramı, insanın kendisi ve diğerleri arasındaki ayrımın kaybı nedeniyle anlamda tehdit edici bir çöküşe odaklanıyor. Bu tepki, genellikle iğrenme, korku ve tiksinme hisleriyle birlikte geliyor. Kristeva’ya göre, gündelik olarak dışarı attığımız ‘iğrenç’ aslında daha arkaik bir ayrılmayı -anne ile çocuk arasındaki ayrılmayı- simgeliyor ve biz her gün bunu yinelemek suretiyle bu ilk ayrılığı kabullenmeye çalışıyoruz. Doğum sürecine bakıldığında aslında anne açısından bebeğin, bebek açısından da annenin “abject” olduğunu görüyoruz. Doğumla anneden ayrılan bebek “abject” konumundadır ve bebeğin de zamanla “ben” olabilmesi için, annesiyle olan bağını koparmak pahasına onu dışlaması yani abject etmesi gerekir. Elisabeth ve onun bedeninden doğan Sue’nun kimlik sınırlarının bulanıklaşmasıyla birbirlerinden korkması, nefret etmesi, özellikle Sue’nın da matriksi olan Elisabeth’den tiksinmeye, ondan kurtulmaya çalışması bu kavram paralelinde açıklanabilir. Burada özellikle Kristeva’nın teorisinde söylediği gibi filmde yemek de abject madde olarak izleyicinin karşısına çıkıyor. Elisabeth, sırf Sue’ya zarar vermek için yemeği bir araç olarak kullanıyor, Sue’nun gözünde ise yemek bir abject haline dönüşüyor. Tıpkı toplumda, güzellik normları açısında Elisabeth’in abject hale geldiği gibi.
Yiyeceklerden nefret etmek, belki de en temel ve en arkaik iğrenme biçimidir.
Julıa Krısteva
Grotesk Bedenler ve Yabancılaşma
Canavarları, yaratıkları ya da uzaylıları düşündüğümüzde onların ruhları mı yoksa dış görünüşleri ve bedenleri mi bizi korkutan şeydir? Aslında en büyük korkumuz, bedenler, formlar olarak görülür. Grotesk bedenler tarih boyunca birçok hikayenin de ötekisi olup geleneksel estetik algısını ve toplumsal normları eleştirmek için kullanılıyor. The Substance da rahatsız edici imgeler ve çağrışımlı sinematografik öğeler kullanarak grotesk dönüşümleri tasvir ediyor ve bu bağlamda yabancılaşma deneyimini derinden hissettiriyor. Filmde, korkuyla felsefi anlatıyı iç içe geçiren grotesk beden, sadece görsel bir dehşet kaynağı olmanın ötesinde, aynı zamanda dönüşümün tuvali işlevi görerek, deneyimlenen içsel yabancılaşmanın görsel bir metaforu olarak sunuluyor. Film, birçok sahnede karakterlerin içsel mücadelelerinin sembolik yansımalarını içeriyor ve kendi benliklerinden ve toplumdan uzaklaşmalarının-yabancılaşmalarının- somut tezahürlerini gözler önüne seriyor; git gide grotesk bir hale bürünüyor. Filmde yabancılaşma, daha ziyade Elisabeth üzerinden hem fiziksel şekil bozukluğu hem de duygusal kopukluk yoluyla temsil ediliyor. Karakterin vücudu korkunç bir şekilde dönüştüğünde anlatı, yabancılaşmaya kaçınılmaz bir teslimiyeti yansıtırken, sonrasındaki arayışlarının ve onu izleyen izolasyonun da boşuna olduğunu gösteriyor. Grotesk bedenler, içsel sıkıntının ve toplumsal dışlanmanın dışavurumu haline gelip izleyicilerin yabancılaşmayı en somut şekliyle görmelerine olanak tanıyor. Bu görsel anlatı tekniği, yabancılaşmanın sadece soyut bir kavram olmadığını, görülen ve acı çekilen bir gerçeklik olduğunu da hatırlatıyor.
Doppelganger Kavramı ve The Substance
Yabancılaşma ve ikilikten bahsetmişken daha detaylı değinilmesi gereken bir diğer kavram da kökleri mitolojiye kadar uzanan doppelganger (öteki) kavramı. Bir canlı insanın hayalet benzeri karşıtı veya ikizi anlamına gelen bu kavram, edebiyatta ve sanatta hala güncelliğini koruyor ve işleniyor. Genellikle doppelgangerler, iç çatışmayı veya kişiliğin dışa vurulabilen daha karanlık yönlerini, kimlik krizlerini simgeliyor. Bu bağlamda The Substance filmi de doppelganger anlatılarından esinleniyor.
Filmde Fargeat, baş karakter Elisabeth üzerinden kimliğini kaybetme kavramının derinine iniyor. Film, Sue’nun ortaya çıkmasıyla birlikte, doppelgangerları sadece ürkütücü kopyalar olarak değil, hayatı değiştirebilen veya hatta ana karakterin yaşamını bozabilen eylemlere sahip varlıklar olarak kullanıyor. Yüksek gerilim ortamında geçen film, izleyicileri bir kişinin kimliğini gerçekten neyin tanımladığını ve bu tanım üzerinde dış etkenlerin ne tür bir etkileri olabileceğini düşünmeye zorluyor. The Substance, doppelganger’ı bir araç olarak kullanarak hırs, özgüven eksikliği ve sürekli kendini geliştirme arayışı gibi temaları sorgulatıyor. Burada özellikle yönetmenin kullandığı aynalar anlamlandırma açısından önemli bir görsel öğe konumunda. Aynalar ve oluşan yansımalar, karakterin gerçeklik üzerindeki kontrolünü sorgulayan alternatif benliğe (doppelganger’e) açılan kapılar olarak hizmet ediyor.
Dorian Gray, Dr. Jekyll ile Mr. Hyde ve The Substance
Oscar Wilde’ın “Dorian Gray’in Portresi” estetik, ahlaki çürüme ve sonsuz gençlik arayışı temalarını inceleyen edebi bir klasik. Anlatının temelinde, içsel çürümenin sembolü olan bir portre ve o portreden güç alan çirkinliği ve yaşlanmayı maskeleyen bir dış güzellik yer alıyor. Eserde Oscar Wilde, erdemi olmayan bir güzellik değeri paralelinde ahlaki çürüme üzerine düşünmemizi sağlıyor. Hem Dorian Gray hem de The Substance içsel ahlaki çöküşün dışsal bir göstergesi niteliğinde. Her ikisi de bir kişinin kamusal yüzü ve öz benliği arasındaki farklılıklar üzerine düşünceler sunuyor, insanlığın derinlik ile yüzeysellik arasındaki sürekli mücadelesini vurgulayarak güzellik normlarını eleştiriyor.
The Substance, kişinin gerçek benliği ile başkaları tarafından nasıl algılandığı arasındaki gerilimden de besleniyor. Bu konuda aklımıza gelen önemli bir referans da Robert Louis Stevenson’ın yazdığı Dr. Jekyll ile Mr. Hyde. Stevenson ünlü eserinde, insan doğasının ikiliğini ustaca işler. The Substance da insan doğasında var olan bu ikiliğe derinlemesine iniyor. Stevenson bu ikilikte, kimyasal bir karışım hazırlayan Dr. Jekyll’i kötü niyetli Bay Hyde’a dönüştürüyor. Bu durum karakter için saygın kişiliği ile daha karanlık içgüdüleri arasındaki iç çatışmanın fiziksel bir tezahürüne dönüşüyor. Benzer şekilde, The Substance da kimlik ve dönüşümü işliyor, ikiliği aktarıyor ancak bunu modern bağlam ve toplumsal baskılar içinde konumlandırıyor. İki eser de, bir maddeyle başlayan süreçte, maske durumundaki bir karakterin sonunda birinin gerçek kişiliğini nasıl da tüketip ele geçirdiğini etkileyici şekilde gösteriyor. Yani her iki hikaye de özünde ahlaki belirsizlik ve toplumsal normların etkileri hakkında farklı açılarından derinlikli yorumlar sunuyor. Stevenson Viktorya dönemi baskısını anlatırken, katı toplumsal normların davranışlarda ikiliğe yol açtığını öne sürüyor. Fargeat ise benzer şekilde modern baskıları eleştirip toplumsal beklentiler ile güzellik normlarının, bireysel kimlik ve ahlak üzerindeki yıkıcı potansiyelini ortaya çıkarıyor.
Düalizm ve The Substance
The Substance’da izleyicinin en çok kafasının karıştığı ve filmi konumlandırmada zorlandığı konu, beden – zihin ilişkisi. Filme yapılan eleştirilerin temelinde, iki ana karakter arasındaki bilinç düzeyi ve varoluş ilişkisinin anlatımının yüzeysel kaldığı ve anlam karmaşası oluşturduğu yatıyor. Belki de yönetmen Coralie Fargaet bu konuyu düalizm kavramına göre düşünüp derinlemesine açıklamak, izleyicinin gözüne sokmak istememiş olabilir.
Descartes, zihin ve bedenin farklı varlıklar olduğunu, etkileşim halinde olsalar da bağımsız olarak var olduklarını savunur. Filmde Elisabeth ve Sue’nun büründüğü farklı roller ve ruh halleri; zihin ve beden arasındaki sürekli diyalogu hatırlatıyor ve etkileşimlerini hem bir çatışma hem de simbiyoz olarak yansıtıyor. Burada da aslında, Fargaet izleyicilere zihin ve bedenin savaşını, birinin diğerine üstünlük kurmaya çalışmasını da izletiyor. Zaten filmin sonunda, Sue’nun Elisabeth’i öldürmeye çalışması da aslında bedenin zihni, mantığı yok etmeye çalışmasının en büyük göstergesi olarak karşımızı çıkıyor. Çünkü aslında matriks olan Elisabeth olmadan Sue da var olamaz.
Modern Güzellik Anlayışı, Anksiyete, Depresyon ve Kimlik Krizleri
Kaynak sensin. Her şey senden geliyor. Her şey sana ait!
Burada The Substance filminde de geçen matriks’in- ana kaynağın- kendimiz olması durumu, aslında ne olursak olalım kendi bedenlerimizin sınırından ve kim olduğumuzdan kaçamayacağımız gerçeğini anlatıyor. Burada, farklı bir forma bürünen Elisabeth‘in, gidip kendi yerine yeni bir yıldız arayan aynı programa başvurması da oldukça ironik. İstenilen bambaşka bir hayat ve kimlikten ziyade özlem duyulan geçmiş form ve tanıklık edilen popülerlik olarak karşımıza çıkıyor. Günümüzde hem hakim hem jüri olan sosyal medya platformları ve fenomen kültürü üzerinden sunulan kim olduğumuz aldatmacası da bu duruma güncel bir örnek oluşturuyor. Bu aldatmacada; ismimiz, zaman ve mekanlar tamamen gerçeklikten ve gerçek hayattan kopmamak için kullandığımız bir uyku hapı, ruh yatıştırıcısı ve teselli konumunda. The Substance, aslında dijital görünümün estetik mükemmelliğe olan acımasız talebi artırdığını da alt mesaj olarak veriyor. Çünkü günümüzde, gerçeklik ile çevrimiçi olarak sunulan kişilik arasındaki çizgi giderek belirsizleşiyor, bu da bireylerde özgünlük ve gerçek öz farkındalık hakkında sorunlar ortaya çıkarıyor.
Kim olduğumuzdan kaçamayacağımız ve bunun aslında bir aldatmaca olduğunun bir diğer kanıtı ise fiziksel düzlemde çarpıcı bir şekilde sunuluyor. Özellikle Sue’nun 2 haftada bir annesine bakması gerektiği için sürekli olarak çekimlerde olamayacağını belirtirken, burada Elisabeth’e ait bedeni yani kendi yaşlı versiyonunu kastetmesi ile aslında Fargeat bize yaş ve gençlik algısının boyutunu güzel ve çarpıcı bir alegoriyle sunuyor.
Kendinden, görünümünden nefret mi ediyorsun. Vücudunu aç bırak temizlen, detoks yap! Dolgu, botoksla güzelleş!
Film, her şey yaşlanmaya karşı meydan okumak için fakat sadece metalaştırdığımız bir bedenle gerçek öz benliğimizden, kendimizden kaçabilir miyiz? diye düşündürüyor. Burada Elisabeth’in yeni ve genç versiyonunun kendisinden doğması da bu bağlamda önemli bir kanıt, bu aslında kaynağın hep kendimiz olduğunun ve kendimizden kaçamayacağımızın bir göstergesi olarak sunuluyor.
Dengeyi Korumak ve Kendini Eğitmek
Filmde yer alan bir diğer modern çağ eleştirisi ise denge üzerine kurulu. Hayatımızın merkezinde olması gereken dengeyi, yaşamlarımızda ne kadar sağlayabiliyoruz diye sorgulatıyor. Ayrıca bu metaforu, her ne kadar karakter ve madde üzerinden işliyor olsa da, mesajını bireyin ötesine taşıyıp, dinamik bir unsur olarak ele alıyor; daha geniş toplumsal sonuçları da vurguluyor. Özellikle cinsiyetlerdeki güç dinamiklerindeki dengesizliği eleştirerek sistemik eşitsizlikleri ve sonuçta ortaya çıkan adaletsizlikleri, çürümeyi de gözler önüne seriyor.
Elisabeth ve yeni versiyonu Sue’nun, simbiyotik varlıklar olarak her yedi günde bir beden değiştirmek ve bu sayede dengeyi korumak zorunda olması bize günümüzdeki eylemlerimizle ilgili öngörüler ve ipuçları sunabilir. Örneğin mobil telefonlarımıza güncellemelerle gelen ekran süresi verileri ve ekran süresini kısıtlayabilme olanağı, kilo verebilmek için hiçbir şey yememek, dengesiz ve yoğun bir şekilde spor yapmak. Sonucunda bu dengeyi sağlayacak olan da, kararı verecek olan da formun ötesindeki ruh, irade olarak gözüküyor. Güzellik ya da daha fazla zevk için dengeleri ve sınırları aşmak da, bunların sonucuna katlanmak da bizlerin elinde oluyor. Filmde de Sue’nun mükemmel ve arzulanan bedende daha fazla kalıp bu hayali daha fazla sürdürmek uğruna dengeyi nasıl bozduğu görülüyor. Fargaet, adeta izleyiciye varoluşsal ikilemler ve kaosun eşiğinde sallanan bu dünyada daimi bir denge arayışının gerektiğini güçlü hikayesiyle tekrar anımsatıyor. The Substance, hem kişisel hem de toplumsal zorluklarla başa çıkmada denge kavramının temel doğasına dair bir mesaj içeriyor.
Herkesin kendisiyle ilgili farklı önyargıları, rahatsızlıkları ve korkuları var. Aynaya baktığımızda ilk gözümüze çarpan, genellikle kusurlarımız oluyor. Filmde de Elisabeth’in, bir buluşma öncesi hazırlanıp aynaya baktığında oldukça güzel görünmesine rağmen kendisini beğenmeyip hayal kırıklığı sonrasında rujunu vahşice, memnuniyetsiz bir şekilde silmesi; telaşlanması, gözyaşları dökmesi bunu gösteriyor. Burada da görüyoruz ki bu hayal kırıklıklarının, önyargıların ve memnuniyetsizliklerin temelinde görünüm değil toplumsal önyargılar ile bize dayatılan güzellik trendleri yatıyor. Temel olanın, derinin ve görünenin çok daha derininde olduğu unutulmamalı. Önemli olan önyargılarla, dayatmalarla yüzleşmek ve kaçmak yerine kendimizi eğitmek; kendimizin daha iyi versiyonunu ancak bu şekilde sağlayabiliriz.