İskoç yazar Alasdair Gray’in 1992 tarihli postmodern Frankenstein denemesi Poor Things, keşifçi ve deneysel yönetmen Yorgos Lanthimos tarafından sinemaya uyarlandı. Fütüristik bir dünyada, farklı tarihsel dönemlerde geçtiği için bizi bir anakronizme sürükleyen karnavalesk film, izleyicilere sinematografi açısından olduğu kadar kavramsal açıdan da birçok şey sunuyor. Çoğu kişi tarafından Yorgos Lanthimos’un en eğlenceli filmi olarak nitelendirilen yapım gerçekten de öyle mi?
Poor Things – Fütüristik Bir Dünya
İnsan vücudu, zembereklerini kendi başına kuran bir makine olup sürekli hareketin canlı imgesidir.
La Mettrıe
Poor Things mekanik bir bakış açısına dayanıyor olması nedeniyle fütüristik bir film olarak görülebilir. Filmde Godwin Baxter karakteri; hayvanları, ölü insan bedenlerini parçalıyor, tekrar bir araya getirerek hayatlarına devam etmelerini sağlıyor. Bu durum da tüm bedenlerin sanki bir makineymiş gibi görüldüğünü gösteriyor. Fransız maddeciliğinin kurucusu olarak bilinen Aydınlama Dönemi’nin önemli düşünürlerinden Frederick Julien Offray de La Mettrie makine insan teorisinde, insanın mekanik bir yapı olduğunu iddia ediyor ve ekliyor;
Organlar dişliler, eklemler ise yaylardır; beyin de kaslar sayesinde düşünebilir. Ruh diye bir şey ise yoktur.
La Mettrie’ye göre makine, öldükten sonra başka biçim alabilir yeniden tasarlanabilir. Filmde de La Mettrie’nin teorisindeki gibi mekanik bir eylem olarak bir araya getirilen bedenler, hayatlarına bu şekilde devam edebiliyor. Yani doktor Godwin Baxter’ın gözünde de varlıklar, doğru parçaların bir araya gelmesiyle oluşan bir makineyi ifade ediyor. Bu da oldukça fütüristik bir bakış açısı sunuyor. Filmin devamında benzer deneyleri Bella’nın da yapıyor olması bu fütüristik durumu film geneline yayıyor ve yapımı fütüristik bir film olarak düşünmemize sebep oluyor.
Tanrı’nın en büyük parçası harekettir, çünkü her şeyi boyuna karıştırıp yeni şeyler yapar.
Alasdaır Gray, Zavallılar
Tanrı ve Yaratılan İlişkisi
Doktor Goodwin Baxter, bir bebeğin beyniyle yeniden canlandırdığı orta yaşlı Bella’yı dünyanın gerçekliğinden saklıyor ve her şeyi ona tıpkı bir bebekmişçesine yavaş yavaş, onu hapsettiği evinde yeniden öğretiyor. İğrenç görünüme sahip bir yüce zıtlığında tanımlayabileceğimiz baba-yaratıcı figürü olan Baxter, Bella’yı en değerli hazinesi olarak görüyor ve onu yetiştiriyor. Ona karşı bir zaafı da var; ne de olsa yaratıcısı ve o da sevilmek istiyor. Fakat dünyanın albenisine kapılan Bella, büyük günah olan cinselliği de keşfettikten sonra kendi öğrenimine yaptığı gezilerle devam ediyor. Burada babasının istemeyerek de olsa ona izin verdiğini de belirtmek lazım. İşte bu ana kadar olan sahneler Lanthimos tarafından siyah-beyaz olarak veriliyor. Sonrasında Bella’nın baba evinden, yaratıcısının cennetinden ayrılması sonrasında ise film gerçek anlamda da renkleniyor. Yönetmenin, Bella’nın evden ayrılana kadar olan, Godwin’in yanında esir tutulduğu ve cinselliği keşfetmesinden önceki süreci siyah-beyaz vermesi aklın, tutkunun ve merakın yoksun olduğu tekdüze bir süreci ifade ediyor. Belki de Lanthimos, burada dogmalara gönderme yapıyor ve motamot yaşamı siyah-beyaz, renksiz bir dünya olarak tanımlıyor. Sonrasında filmin büyük çoğunluğunda deneyimlemek kavramı odağında Bella’nın birçok şeyi keşfederek öğrenmesini izliyoruz. Poor Things’in temelinde dünyayı yavaş yavaş öğrenme ve tabii ki bu bağlamda deneyimleme yatıyor. Bu deneyimleme başlangıçta tutkulara ve bedensel zevklere dayansa da, Bella’nın gelişimiyle bedensellikten, akıl ekseninde bir gelişime doğru evriliyor.
Buraya kadar olan süreçte iki durum gözümüze çarpıyor. Birincisi, Godwin Baxter’ın yaratıcı olarak Bella’ya ve Bella’nın da yaratıcısı olarak ona olan düşkünlüğü. Bir nevi tıpkı Tanrı’nın kendi yarattıklarına olan bağlılığı gibi, Bella’nın da hep doğruyu yaptığını düşünmese de, hatta bazı hatalarını bilse de, koşulsuz olarak yaratıcısına olan bağlığı. Bu durum bize Tanrı-insan, yaratıcı ve yaratılan varlık ilişkisini gözler önüne serip düşündürtüyor. İnsanın kötü durumdayken bile Tanrı’sına yalvarması, umduğunu elde edemese de her zaman ona inanması, hep ona dönmesi alegorik bir şekilde Baxter’lar üzerinden eleştiriliyor. Üstelik yaratıcı sıfatındaki doktorun adı Godwin. Bu da bize her zaman her koşulda Tanrı iyidir diyor adeta (Godwin aynı zamanda Marry Shelley’in kızlık soyadı). Ayrıca Bella Baxter’ın cinselliğini keşfetmesi sonrasında farkındalığının artması ve babasının -yaratıcısının- onun gitmesine izin vermesi de bir yasak elma, Adem-Havva vakasını bize hatırlatıyor.
Eser, inançsal eleştiri yaparken yaratıcının bilime sıkı sıkı bağlı bir bilim adamı olması da güzel bir paradoks oluşturuyor. Bu yaratıcı ve yaratılan ilişkisini Marry Shelley’nin Frankenstein’ın da da farklı bir boyutta görmüştük. Fakat buradaki bilimsellik ve deneyim konusu postmodern Frankenstein denemesini felsefi anlamda farklı bir boyuta taşıyor. Bu da gözümüze çarpan ikinci durum. Bir bebeğin zihnini taşıyan olgun bir beden, hayata sıfır bilgiyle başlıyor. Konuşmakta zorluk çekiyor, çocuksu tepkileriyle birçok şeyi düz anlamıyla algılıyor. Zamanla ise deneyimleyerek öğrenip insanlaşıyor. Bu durum aslında zihnimizin dünyaya geldiğimizde tabula-rasa olduğunu yani boş bir levha olduğunu savunan filozofları destekler nitelikte. Gray, burada ampirik bir tavır alıyor ve tıpkı ünlü ampirik filozoflar John Locke ve David Hume gibi insan doğduğunda zihni boş bir levhadır ve ancak bir şeyleri deneyimleyerek öğrenebilir diyor. Yani bilginin kaynağı deneyim ve duyu organlarıdır. Hatırlayacağınız gibi ampirizm tezinin karşı tarafında ise rasyoneller yer alır. Onlar da bilgininin deneyim ve duyu organları aracılığıyla değil düşünce ve zihin aracılığıyla elde edilebileceğini savunur. Doğru bilgiye ulaşmak için aklımızı kullanmalıyız derler. Ampirizm yanlısı film, deneyimler yoluyla elde edilen bilgiyi savunurken, bunu absürt bir şekilde onca yıl yaşamış bir bedene entegre edilen bir bebek zihni üzerinden yapıyor. Bella’nın gerçeklikle yüzleşmesi sonrasında ise Bella aklını kullanan daha rasyonel bir bireye dönüşüyor.
Poor Things’te Bella’nın aslında çocuğun zihninden ve annenin bedeninden oluşması bize akrabalık, aile kavramlarını fantastik bir düzeyde inceletiyor. Bu yadırgatıcılığı gördüğümüzde aklımıza Robert Heinlein’in müthiş bilimkurgu öyküsü gelebilir. 2014 yılında Predestination ismiyle kötü bir film uyarlaması da yapılmış olan hikayede, zaman yolculuğu yapan karakterimiz, yaşadığı birlikteliklerde hem dedesi, hem babası hem de çocuk durumundaydı. Aslında Gray ve Lanthimos da bize aile kavramını sorgulatıyor. Filmin ilerleyen dakikalarında ise bu sorgulama Bella’nın eski eşini de tanımamızla birlikte daha sert bir hal alıyor. Burada Gray bize individualizmin (bireyciliğin) eşliğinde bireysel çıkarların kolektif yapılardaki çıkarlardan her zaman önce gelmesi gerektiğini düşündürmek istemiş olabilir.
Kendini Gerçeklerle Koru
Poor Things’in İskenderiye’de geçen kısmı özellikle felsefe açısından önemli bir eleştiri barındırıyor. Zamanında İskenderiye, bilginin, felsefi düşüncenin ve bilimsel çalışmaların merkezi olmuş; Büyük İskender tarafından Yunan düşüncesini ve bilimsel çalışmaları yaşatıp geliştirmek için kurulmuş ünlü bir şehirdi. Film, Bella’nın İskenderiye’de acı gerçeklerle yüzleşmesi kısmında saf bir mutluluğun olmadığını ve her mutluluğun tıpkı zıtlıklar gibi başkalarının acılarına denk geldiğini anlatıyor. Dünyayı iyileştirebileceğine inanan Bella’ya, toplumsallığın, ahlaki değerlerin, dünyevi şeylerin ve tutkunun anlamsızlığına inanan kinizm taraftarı Harry Astley karakteri, insanın özünde kötü olduğunu söylüyor ve ekliyor;
Umut parçalanabilir ama realizm parçalanamaz. Kendini gerçeklerle koru.
Bir eve kapalı halde sadece kendine verilenlerle yetinen Bella’nın zenginlerle iç içe, modern ve romantize edilmiş hayatı, gerçeklikle yüzleşip aslında tüm yaşadıklarının bir yalan olduğunu anlamasıyla son buluyor. Filmde bu sahneler sırasında geçen; “Kendini gerçeklerle koru” cümlesi de aslında güçlü bir eleştiri barındırıyor. Burada gerçeklerden kopuk yaşayan ve sadece keyfine önem veren burjuvazi eleştirisi var. Nitekim filmin ilerleyen sahnelerinde bilinçlenen Bella, sosyalist faaliyetlerin içinde yer alıyor. Bu sözle anlatılmak istenen şeylerden birisi de insanların gerçeklerden kopuk bir şekilde düşünsel faaliyetlerde yani felsefi faaliyetlerde bulundukları fakat bunların gerçekliğe hiçbir etkisinin olmadığı yönünde. Bu güçlü bir felsefe eleştirisi.
Filmin Paris’te geçen bölümünde ise feminist bir bakış açısı söz konusu. Erkeğin gölgesinden çıkan ve ipleri ele alan Bella, kendi kendine ayakta kalıp var olma mücadelesi veriyor. Üstüne üstlük bu güçlü kadın, bedenini metalaştırarak erkeklerden besleniyor. Erkeklerden beslendikçe büyüyen ve ataerkil topluma karşı direnerek birey olan Bella, aynı zamanda bedenini satmakla, eril dünyada bir günah keçisi haline de dönüşüyor. Burada da erkeklerin kadınları metalaştırıp onları kendilerine eşit görmemesi eleştirisi mevcut. Feminist bir eylem olarak algılanabilecek bu sekans dışında neredeyse filmin geri kalan kısmında Bella’nın defalarca hapsedilmesi, çocuklaştırılması ve cinsel obje gibi görülmesi, hatta evlendirilmeye kalkışılması da düşünsel bir paradoks olarak göze çarpıyor. Hatta bu paradoks izleyiciler arasında filmin feminist bir bakış açısına sahip olup olmadığı konusunda ciddi tartışmalara da neden oldu.
Zıtlıklardan Doğan Hayat
İkiliklerle dolu olan Poor Things, farklı bölümlerinde birçok karşıtlığa değiniyor. Filmin en güzel tarafı ise bu zıtlıkların çoğunu radikal bir şekilde iyi ya da kötü olarak sunmaması; adeta bize üzerine sorgulama ve seçme şansı tanıyor. Akıl- beden ikiliği, kinizm-hedonizm, romantizm-realizm; bilim ve din, iyi-kötü, maskülizm-feminizm karşıtlığı bunlardan bazıları. Yaratım ve Tanrı üzerinden materyalist bir bakış açısı da sunan film, Yorgos Lanthimos’un dikkat çekici anlatım tarzıyla da görsel bir şölene dönüşüyor. Bu kadar ağır bir filmi bu kadar keyifli bir film haline getirmek de Lanthimos gibi bir dâhiye yaraşan bir eylem.