Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Adlandırılamayan: Beckett’in Boşlukta Sallanan Karakterleri

Belki de öldüğümüzde ilk söyleyeceğimiz şey, ‘Ben bu hissi biliyorum. Daha önce burada bulunmuştum’ olur. (Don DeLillo, White Noise)

Hakikatin olmadığı bir dünyada hakikatı bulmaya çalışan Samuel Beckett, anlam arayışındaki açmazların bir türlü sonlandırılamayan bir konuşmaya götürdüğü üçlemesi Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan’da ifadenin olanaksızlığını ve dilin yetersizliğini ortaya koyar. 

Bireyselliği öven modern toplumda, gayrişahsi olanın giderek alan ve ses kazanması, kendi inşasını ego üzerine kurarak, bir Ben üstlenmeye çalışan bireye karşı tehdit hâline gelmeye başlar. Bireyin kendisini sağlam bir şekilde inşa edememesi, Ben’in sorgulanmasını ve topluma karşı gelme düşüncesini doğurur. Kendi bireyselliğini kurabilmek için, toplumun karşısında olmayı gerektiren bu gayrişahsilik, bireyin mutlaklığını, sabitliğini ve gücünü çökerterek, Ben’i parçalar. İşte bu noktada Beckett’in bu üçlemesi, aslında Ben diyen ama bir türlü bu Ben’i sahiplenemeyen, parçalanan ve birbirine dönüşen, bitmek tükenmek bilmeyen aporetik söylemlerle dolu bir süreçte, anlamı bulmanın ve ifade etmenin yetersizliğiyle boşlukta salınan karakterleri konu alır. Ben’in, sadece hiçten hiçe döngüde olan bir ses ya da bir kelimeden ibaret olduğunu düşünen Beckett, kelimelerin anlamı saptırdığı ölçüde, kelimeleri saptırmak ister. Hiçbir şeyin ifade edilemediği bu trajikomik noktada, âdeta kelimeleri oyup bir çukur açmak suretiyle onlarla oynamaya ve onları semantik boyutlarından özgürleştirip, sessel boyutlarını açığa çıkarmaya odaklanır.

Bu varlık sorunun en belirgin görüldüğü üçlemenin son eseri Adlandırılamayan, “Neredeyim şimdi? Kimim şimdi? Ne zaman şimdi? (…) Ben diyorum, ben. Ama inanmıyorum buna” diye başlarken aslında öznenin düşüşünün haberini en başında verir. Esas çelişki sahip olduğumuz dünya algısının kavranılabilir ölçülerinin ötesinde, zaman, mekân ve uzam kavramlarını yitirmiş, ne kendi Ben’ine ne de kendi kelimelerine sahip olan anlatıcının, artık sessiz bir sona ulaşmayı dilerken hala konuşmak zorunda olmasından, ikisine de devam etmeye mecbur kalmasından kaynaklanır:

Konuşuyorum sanki, konuşan ben değilim, kendimden söz eder gibiyim (…) Konuşmak zorundayım aynı zamanda. Susmayacağım asla (…) Başlamak zorundayım. Daha doğrusu sürdürmek zorundayım.

Görüldüğü üzere Adlandırılamayan’daki bu sürekli konuşma, kendini söyleme ve sessiz kalma imkânsızlığı anlatıcıyı ikileme sokar. Ben’i yansıtmasının ve haykırmasının bir yolu olmayan, aslında konuşan ama aynı zamanda konuşamayan, kelimeleri bir türlü tükenmek bilmeyen ama yazının içinde erişilemeyen bir sessizlik olmadan da var olamayan anlatıcı, bu araf yerde kendisini anlatma zorunluluğundayken, elinde olan kelimeler de benimseyemeyeceği başkalarının kelimeleridir. Dolayısıyla da varoluşunu hiçbir yere konumlandıramadığı bu dünyada acı çekmeye mahkûmdur.

Anlam Arayışında Sonsuz Bir Monolog

Kuşkusuz ki Beckett, benliğin anlatılabilir bir bütünlük olduğunu reddedip, temsilin merkezi durumundaki özneyi yıkarken, geride kocaman bir boşluk bırakır. Hissedilen bu boşluğu yasla özdeşleştiren Sigmund Freud “Yas ve Melankoli”de yasın, sevilen bir yakının veya ülke, özgürlük, bir ideal gibi düşünsel-soyut bazı değerlerin kaybına karşı gelişen bir reaksiyon olduğunu ve yasa neden olan olayların benzerlerinin, bazı insanlarda, bizde patolojik bir dispozisyon şüphesi doğuracak şekilde melankoliye neden olduğundan bahseder. Öte yandan Giorgio Agamben “Kayıp Nesne” makalesinde melankolinin, sevgi nesnesinin kaybına verilen regresif tepkiden çok, elde edilemeyen bir nesneyi kayıpmış gibi göstermeye dair hayali kapasite olduğunu söyler: Eğer libido gerçekte hiçbir şey kaybedilmemişken bir kayıp gerçekleşmiş gibi davranıyorsa bunun nedeni, libidonun hiçbir zaman sahip olunmadığı için kaybedilemeyecek olan bir şeyin, kaybolmuş gibi göründüğü ve belki de hiç var olmadığı için sahip olunamayacak bir şeyin elden geldiğince kayıpmış gibi mal edildiği bir simülasyon sahneye koymasıdır. Ancak konuştuğu takdirde bu kaybı yerine koyabileceğini ve anlamlandırabileceğini düşünen anlatıcının durumunu Julia Kristeva, “Kara Güneş”te şöyle ifade eder:

Konuşan varlık için yaşam anlamı olan bir yaşamdır. Hatta yaşam anlamın doruğunu oluşturur. Bu yüzden, yaşamın anlamı yitirildiğinde, hayatını kaybetmek güç değildir: Anlam koptuğunda yaşam tehlikededir.

Adlandırılamayan’ın artık susmak istemesine rağmen bir türlü sonlandıramadığı konuşması da, aslında içten içe bir anlam arayışında, ölüme karşı durmak istemesinden kaynaklanır. Ölüme karşı konuşarak bir şekilde kendisini koruduğunu ve ölümü susturduğunu sansa da, aynı zamanda onu çağırdığı için dili sonsuz bir döngüye hapsetmiş olur. 

Bir şeylere son vermek olanağını araştırmak, sesini susturmaya çabalamak, söylemin sürüp gitmesini sağlıyor. Hayır düşünmeye çalışmamalıyım, yalnızca konuşmalıyım. Kendilerinden aceleyle söz ederek bu yeri korkakça tanınmaz hâle getirdiğim varlıkları, nesneleri, karaltıları, sesleri, ışıkları yöntemli ya da yöntemsiz bir şekilde çıkarmak zorunda kalacağım yaşamımdan. Konuşma cinnetim içinde gerçeklik arayışım bu. 

Kristeva, konuşan varlığın temelde bir kopuşu, terk edişi ve huzursuzluğu gerektirdiğine dikkat çekerek, yas durumunun, göstergeleri gösteren olarak tarafsızlıklarından çıkartarak, gösterge belleğine kendini hatırlattığını belirtir:

Onlara duygular yükler, bu da sonunda onları, muğlak yineleyici, sadece sesleri yineleyici , müzikal ya da bazen saçma kılar. Bu durumda, çeviri-konuşan varlık olarak yazgımız-, acının olduğu yere aynı oranda uzak gösterge sistemleri olan üst dillere ve yabancı dillere doğru baş döndürücü gidişini durdurur. Adlandırılamaz olanı yakalamak amacıyla, ana dilinde “tam, yeni, dile yabancı bir sözcük” (Mallermé) bulmak için, kendi kendine yabancılaşmaya çalışır. Dolayısıyla, duygu fazlasının kendini göstermek için yeni diller  -tuhaf zincirlemeler, kişisel diller, poetikalar- üretmekten başka yolu yoktur. Kökensel şeyin ağırlığı onu alıp götürene ve her türlü çeviri olanaksız hâle gelene dek. O zaman melankoli simge kaybına, anlam kaybına varır: Eğer artık çevirme ve metaforlaştırma kapasitem yoksa, susuyorum ve ölüyorum.

Nitekim Beckett’in üçlemesinde Baba’nın yokluğu yüzünden karakterler, tanrı konumunu kendileri üstlenirler ve yaşayabilen döller üretmek yerine sözel atıklar üretirler. Ama Söz’ün yaratıcılığı olmadığı için, sözel bir yaratım da mümkün değildir. Söz’ün yetersizliği tüm sözcüklerin yetersiz olmasına neden olur; sözcüklerin artık yaratma gücü yoktur. “The Father, Love, and Banishment” adlı makalesinde Kristeva, Freud’a dayandırarak, erkek çocuğun sadece ölen babanın yerini almadığını aynı zamanda babanın öldükten sonra çürüme, atık ve dışkı ile ilişkilendirildiğini öne sürer. Dolayısıyla geride kalan erkek çocuk, “diri olmaktan ziyade ölü”, âdeta yaşayan bir cesettir. Bu yüzden üçlemenin erkekleri ve kadınlarının yanı sıra, onların kelimeleri de defalarca çürüme ve bedensel atıkla ilişkilendirilmiştir. Kristeva bu sözel iktidarsızlık olayını tanrının yokluğuna bağlar, zira hem ölü baba hem de olmayan tanrı iletişim sınırlarının ötesindedirler. Kristeva için babanın ölümüyle, yazma başarısızlığı ve atık arasında bir bağlantı vardır. Bu noktada bunun “bir tür narsistik kriz” olduğu ve bu hâliyle zelilin, yitirilen nesne için tutulan yas biçimine büründüğü söylenebilir. Yitirilen, doğal olarak simge ve gösterge öncesini işaret eden semantik olandır.

Lacan da dilin her zaman yitik ve yokluğa ilişkin olduğunu belirtir. İnsan ancak arzuladığı nesneye ulaşamadığında veya yitirdiği zaman onun yerini alan sözcüğe gereksinim duyar. Tümlüğün olduğu, yitim veya yokluğun olmadığı bir dünyada dile gereksinim yoktur. Dilsel dünyaya, simgesel alana girişle birlikte tüm bu yapı değişir ve bir daha geri gelmemek üzere yok olur. Zira konuşmaya başladığı anda Simgesel’in alanına giren özne, ben’i ve onun imgeleri arasındaki ilişkiyi Simgesel Yasa’ya tabi kılmayı başaramayacağı için daha baştan parçalanmış, ikiye bölünmüştür. Dolayısıyla özneyi oluşturan da parçalayan da Simgesel düzenin ta kendisidir.               

Öte yandan özne her ne kadar bu simgesel düzen öncesine dönmeyi arzulasa da, kökeninin henüz nerede başladığını bile bilmediği bir belirsizlikte bu başlangıcı bulma arayışındadır:

Kendime de bir başlangıç vermek istediğim için, bu başlangıç ile bulunduğum yerin başlangıcı arasında bir bağlantı kurabilsem kolaylık olurdu bu bana.

Beckett için bu köken tam olarak bilinmese de, kelimelerin kökeni kadın ya da erkek olabilir. Öncelikli olarak herhangi bir cinsiyet ortaya konulmasa da, Adlandırılamayan bir türlü ölmek bilmeyen, sürekli yeniden doğan bir fetüs olarak da görülebileceği için anlatıcının “çocuğu geliştirecek” bir rahme sahip olduğu varsayılabilir:

Bazen bir kafanın, bazen bir karnın içindeyim, anlaşılır gibi değil bu, bazen de özellikle hiçbir yerde.

Bununla birlikte Adlandırılamayan her ne kadar sadece erkek karakterlerden oluşan bir anlatı evreni gibi gözükse de karakterlerin isimlerinin – Molloy, Moran, Malone, Macmann, Mahood – hep varlığıyla yokluğu bir olan bir anneye (Mother) işaret ettiği gerçeği göz ardı edilemez. 

Anlatının Döngüselliğinde Susamayan Bir Ağız

Nitekim anlatıcının kendisini sadece konuşan bir ağızdan ibaret olarak tanımladığı sahnede fallik bir dilin karşılığını bulabiliriz ama aynı zamanda ağız annesel bir alanı, vajinal bir boşluğu da çağrıştırabilir. Bu noktada tüm bedenin ve benliğin yuvarlak, konuşan bir topa indirgendiği bir süreçte, aslında biz ağzın hikayelerini dinleriz:

[o]muzlarımın üzerinde dümdüz kocaman bir top taşıyorum ben, yüz çizgilerim belirsiz, hayır gözlerimin hatları belirgin ama onların da yalnız çukurları kalmış. Hala kurtulmayı başaramadığım avuçlarımı, ayak tabanlarımı uzaktan uzağa hissetmesem, çatlamasın diye üzerinde herhangi iki delik açılmış bir yumurta der çıkardım kendime (…) bedenimde bir çıkıntı oluşturan tüm bu şeyleri, gözlerimi saçlarımla birlikte yitirdim, bir iz kalmadı onlardan, öylesine uzaklara, öylesine derinlere düştüler ki hiçbir şey işitmedim, belki hala dökülüyor saçlarım, yavaş yavaş kurum parçaları gibi, kulaklarımın düşüşünü işitmedim (…) Konuşan kocaman bir topum ben.

©Dmitri Kasterine’nin objektifinden Samuel Beckett

Beckett burada anlatıcının bütün uzuvlarını sıfırlayarak, bedenini müthiş bir yapıbozuma uğratmıştır. Bir Ben olmadığı üzere, artık bir beden de yoktur, sadece bir boşluk vardır. Bedensiz ama var olan, kendisini imkânsız bir şekilde temellendirmeye çalışan, vücudun yerini alan bu ses kaynağı aslında tekinsiz bir sessizliğe işaret eder. Adlandırılamayan’ın içinde bulunduğu uzamla tek ilişkisi, durmaksızın konuşan ve âdeta kelimeleri kusan bir ağızdır. Özne tarafından istenmediği hâlde bir türlü kontrol edilemeyen, konuşmanın hâkimiyken kölesi hâline gelen bu ağız, neredeyse bağımsız bir bireye dönüşür. Kristeva melankolik yamyamlığın, canlı olarak daha iyiye sahip olabilmek için yok etmeye can attığımız katlanılmaz ötekiyi ağzımızın içinde tutma tutkusunu ifade ettiğini belirtir. Buna göre melankolik yamyamlık imgelemi, kayıp gerçeğinin ve aynı zamanda da ölümün yadsınmasıdır. 

Benliğin hayatta kalmasını sağlayarak ötekini yitirme kaygısı gösterir; kuşkusuz bu terk edilmiş bir benliktir, ama kendisini hâlâ ve her zaman besleyen ve yutularak ona dönüşen -kendisi de dirilen- şeyden ayrılmamış bir benlik.

Bu durumda aslında anlatıcı, başından beri hâkim olamadığı, kendi ağzıyla konuşmasına rağmen başkasının ağzından çıktığını düşündüğü kelimeleri, yutarak bir şekilde içselleştirmeye ve kendi parçası hâline getirmeye çalışır. Adlandırılamayan’ın bu engellenemez konuşma dürtüsü, aslında ağzından çıkan kelimeleri yutması suretiyle kaybedilen anlamı bulma ya da geri kazanma çabası olarak da yorumlanabilir. Judith Butler, “İktidarın Psişik Yaşamı”nda Freud’un kaybedilen nesnenin Ben’in içinde yeniden kurulması yani bu nesne yatırımının bir özdeşleşme ile yer değiştirmesi varsayımını ele aldığında şöyle der:

Freud’un burada ‘ben’in karakteri’ dediği şey, öyle görünüyor ki, sevilen ve kaybedilen nesnelerin tortulaşması, bir anlamda dağılmayan hüznün arkeolojik kalıntısıdır.

Bu anlamda aslında Adlandırılamayan’ın aralıksız konuşarak yapmaya çalıştığı şey, geçmişin arkeolojik kalıntılarının arasından geçmişe, şimdiye belki de geleceğe dair bir anlam çıkarmaya çalışmaktır. Adlandırılamayan kendi yeryüzü cehenneminden kurtulup ölmeyi arzulasa da, nefes almaya devam ettiği sürece anlamın olmadığı bir dünyada, anlam aramaya devam etmek zorundadır.

İşte ölüm ve hayat arasındaki bu canlandırma, akla Freud’un ölüm dürtüsü ve yaşam içgüdüsü teorisini getirir. İlkel ölüm ve yıkım dürtüsü ile ona karşı gelen yaşam içgüdülerinin bir arada olduğunu gören Freud “Haz İlkesinin Ötesinde” adlı eserinde gerçek yaşam dürtülerinin, işlevleriyle ölüme götüren diğer dürtülere karşıt etki gösterdiklerini ve bu iki küme arasında bir karşıtlık olduğuna dikkat çeker. Buna göre bir dürtü grubunun yaşamın nihai amacına olabildiğince çabuk ulaşmak için ileri atılışı, öbür grubun ise belli bir yerde aynı yolu geriye doğru, onu belli bir noktasından yeniden izlemek ve böylece yolun süresini uzatmak için geriye atılışı, organizmanın yaşamında kararsız bir ritim gibidir. Diğer bir deyişle, bir araya getirmeye, daha büyük şeyler üretmeye yönelen yaşam içgüdüsü ile bunları parçalamaya, daha küçük parçalar hâline getirmeye ve nihayetinde yok etmeye çalışan ölüm içgüdüsü her daim çatışma içindedir ve böylelikle ortaya çıkan da hayatın dinamiğidir. Nitekim “Mahood ölmeyi başaramadım. Worm doğmayı becerebilecek miyim?” derken bir yandan Mahood’tan kurtulmaya çalışırken diğer taraftan Worm’u meydana getirmeye çalışan Adlandırılamayan’ın ortaya koyduğu ikilem yaşam içgüdüsü ve ölüm dürtüsü arasındaki gerilimin ta kendisidir.

Psikolojik teorilere bakıldığında birbiriyle çatışan bu hayali bedenlerin ve benliklerin çılgınca üretimi çoğunlukla benlik çözülmesiyle mücadele etme çabası olarak yorumlanır. Bununla beraber adlandırılamayan sesler, içten içe bu çözülmeyi ve bağımlılığı arzularlar. Dolayısıyla Adlandırılamayan’ın söylemi bir istikrar sağlama ya da parçalanma arzusundan değil, ikisi arasındaki mutlak bocalanma tarafından harekete geçirilir ve onu kendi öznelliğinin sınırlarını zorlamaya iter. Bu yüzden bu iki kutup arasında gidip gelmekten yorulsa da, söyleme devam etmek zorundadır:

Kendimden ilk kez şimdi söz edeceğim. Acılarımı çeksin diye çilekeşleri yanıma almakla iyi ettiğimi sanıyordum. Yanılmışım. Benim acılarımı çekmediler, acılarının sözü bile edilmez benimkilerinin yanında, ancak binde biri olabilir benim acılarımın; uzaktan hayranlıkla seyretmek için kendimden koparıp verdiğimin binde biri. Şimdi gitsinler, onlar ve ötekiler, bana hizmet etmiş olanlar da hizmet etmemiş olanlar da onlara ödünç verdiğim acıları bana iade edip yaşamımdan, anılarımdan, utanç ve korkularımdan çıkıp yok olsunlar. İşte, yalnız ben varım burada, kimse çevremde dönmüyor, kimse bana doğru gelmiyor, önümde kimse kimseyle karşılaşmadı, bu yaratıklar hiç var olmadı, yalnız ben ve bu kara boşluk var olduk.

©Steve Schapiro -S.Beckett
©Steve Schapiro – S. Beckett

Adlandırılamayan’ın Melankolisi

Aslında Adlandırılamayan’ın kendisini diğer tüm ötekilerden başka bir yere konumlayarak yalıtmasının ve yüce bir şekilde yalnızlaştırmasının sebebi, tüm nesne katheksisini kendisine yapmış olmasından kaynaklanır. Öyle ki iki dünya arasında acı da çekse, hayatına son veremeyecek kadar narsistik bir yapıya sahiptir. Öte yandan giderek herkesi silen ve ‘başlangıçtaki’ ana gönderme yapan bu tabloda anne rahminin o mutlak karanlığına, sessiz konforuna dönme özlemi vardır ki, aslında genel olarak Adlandırılamayan’ın teması da bir türlü üstesinden gelinemeyen bu doğum travmasıdır. Kristeva ilksel kopuşun neden olduğu tamamlanmamış ve boş ilkel benliğin durumunu şöyle ifade eder:

Böyle bir birey kendini incinmiş olarak değil, temel bir kusurdan, doğuştan gelen bir eksiklikten muzdarip olarak düşünür (…) Hüznü, daha çok, simgelenebilir olmayan, adlandırılamaz, hiçbir faile göndermede bulunamayacak kadar erken bir narsistlik yaranın en arkaik ifadesidir. Narsistik depresyonun bu türünü yaşayan kişi için gerçekte hüzün tek nesnedir: Daha tam bir ifadeyle, başka bir nesnenin yokluğu nedeniyle, bağlandığı, evcilleştirdiği ve gönül verdiği bir nesne ikamesidir. 

Böylelikle anlatıcının tek gerçek nesnesi hâline gelen hüzün, onu kendi yalnız köşesinde invizaya çekilmekten ziyade konuşmaya teşvik eder. Melankolik kişi tuhaf bir şekilde dışadönük hâle gelerek ancak dışavurma yoluyla tatmin bulan bir konuşkanlık arayışına girer. Butler, melankoliğin ilan ettiği şeyin, yani kendi değersizliğinin, kaybı Ben’in görüşünde tanımladığını ve dolayısıyla kaybı tanımlamayı başaramadığını ve özsuçlamanın terketmenin yerini alarak, kendi reddiyesinin simgesi olduğunu belirtir. Böylelikle Adlandırılamayan anlaşılamayan cümlelerle, sarmal yapıda bir sözdizimiyle, zamansal sapmalarla, gerçek ya da olanaklı olandan kopuşla, karmaşık metaforlarla ve sonsuzca yinelemelerle konuşmasını sürdürerek, kendisiyle çatışmaya devam eder: 

Yalan söylediğini bile bile konuşan, söylediğini umursamayan, belki de kendisini sona erdirecek sözcükleri söyleyemeyecek kadar yaşlı ve aşağılanmış, gereksizliğini ve gereksizliğinin boşunalığını bilen, kendini dinlemeyen ama bozduğu sessizliğe pürdikkat kesilmiş bu ses tek mi? Artık soru sormayacağım, soru kalmadı artık, daha fazlasını bilmiyorum. Ses benden çıkıyor, beni dolduruyor, duvarlarımda yankılanıyor, benim değil bu ses, onu durduramıyorum, beni parçalamasına, hırpalamasına, bana eziyet etmesine engel olamıyorum. Benim değil bu ses, sesim yok benim, sesim yok ve konuşmak zorundayım, tüm bildiğim bu, benim olmayan ama benden başka biri olmadığına göre ancak benim olabilecek bu sesle, hep bu izlek çevresinde dönüp duracağım; bu sesin ait olabileceği başkaları varsa yanıma gelmiyorlar, daha fazla konuşmayacağım bu konuda, daha fazla açıklama yapmayacağım.

Kime ait olduğu her seferinde değişen, bir kimlik arayışından ziyade anonimlik peşinde olan bu ses, sırasıyla Molloy, Moran, Malone, Sapo, Macmann, Basil, Mahood ve Worm’a dönüşmek suretiyle vücut bulmuş ve Beckett’in bu çok sesli karakterleri, kökeni, yani Adlandırılamayan’ı tekrar eden eklentiler olarak onun yerini doldurmuşlardır. Artık sabit bir bireyden ziyade çok sesli ve parçalara bölünmeyi deneyimlemiş, geçirgen bir varlığa dönüşen karakterler hiçlikten hiçliğe seslenmektedirler. 

Parçalanmış Bir Anlatıda İlksel Köken Arayışı

Adlandırılamayan’dan sonra gelen Mahood ve Worm arasındaki, insan olandan insan olmayana belirgin geçişle beraber, artık iyice benliği yıkma yoluna gidilmiştir. Mahood indirgenmiş ve sakat da olsa hala insanı temsil ederken, Worm ise bir çeşit evrim geçirmiştir. Dolayısıyla insanın sökülüp parçalandığı, içinin boşaltılıp bir kurtçuğa indirgendiği, modern öznenin yıkıldığı bir durum söz konusudur. Aslında Beckett’in metinsel aynaları, çiftlemeleri ve parçalara ayrılan biçimleri, Lacan’ın ayna evresinin yabancılaştırma suretiyle Ben’i bir öteki olarak yapılandırmasını ve bir yandan bedensel bütünlüğün sanal kuklalarının içe yansımalarını ve izdüşümlerini akla getirirken, diğer yandan da ötekinin bedensel olarak parçalanmasını ve çözülmesini çağrıştırır. Bu imgesel dünya içerisinde  paramparça olan insan, bir özne hâline gelebilmek için bu parçaları birleştirmek zorundadır. 

Lacan, ayna evresi adını verdiği süreçte, aynaya bakan Ben ile aynadaki Ben aynı olmadığı için “Ben” ile “Ben-olmayan”ın ayrımının tam olarak netleşmediği ve benlik sınırındaki belirsizliğin devam ettiğine dikkat çeker. Söz konusu netleşme ancak simgeselin yabancılaştırıcı etkisi sayesinde kesinlik kazanabilir. Bu durumda imgesel düzen, insanın kendisiyle imajını karıştırdığı bir yapılanma sunar. Fantazi ile gerçeğin karıştığı bu nokta tam da Lacan’ın, Freud’un “haz ilkesi”nin ötesine yerleştirdiği “jouissance” kavramı ile kesişir.  Lakin Lacan’ın jouissance’ı, Freud’un haz kavramından farklı olarak bedensel yahut ruhsal bir gerilimin boşalmasının ötesinde bir dürtü tatminini işaret ettiği için giderilmesi imkânsızdır. Dolayısıyla Adlandırılamayan’ın o ilksel kopuşta meydana gelen eksikliği giderebilme arzusunun gerçek bir tatmini yoktur. Oysa jouissance bu eksiğin giderilmesi fantazisini yaratarak kendisini Gerçek’te temellendirir. Dolayısıyla Adlandırılamayan nihai tatminin ancak ölümde yani Gerçek’te bulunduğu fantazisine kapılmıştır. Ancak Adlandırılamayan’ın peşinde koştuğu bu fantazi beyhude bir arayıştan başka bir şey değildir. Zira Lacan, gerçekliğin asla tam olarak yakalanamayacağını söyler.

Gerçek bir şekilde, şu bizi bekleyen bilinmeyendir, her zaman bizden önde olan, adı konulamayan, simgeselleştirilemeyen veya imgelenemeyendir. Bir başka ifadeyle Gerçek, gösterileni olmayan şeydir, saf bir gösterilendir. (J. D. Nasio, “Jacques Lacan Kuramının Genel Kavramları”).

 Lacan’ın fantazi kavramının Öteki ile ilişkisi şöyle de açıklanabilir:

Öteki’nin yokluğuna rağmen öznelerin onu yaratmalarının, var kabul etmelerinin nedeni, sembolik düzenin kapayamadığı, dilin kendisinin bile dillendiremediği, en nihayetinde “adlandırılamayan” olarak adlandırdığı tarifsiz hiçliğe, yutan karadeliğe, Gerçek’e, kapılmadan tutunabilmelerini sağlayan bir yanılsama yaratmaktır. Çünkü fantazi Gerçek’in üzerini kaplar, onu dayanılır, yok olarak var kılar. Diyalektik bir biçimde, yok olarak var olan Gerçek, fantazinin varlığını destekler çünkü var olması ancak yok olarak tanımlanması ile mümkündür. (Yeşim Keskin, “İçine Ulaşılan, Ötede Bırakılan Şato: Tanıma Arzusu Bağlamında Hegel Ve Lacan”)

Dolayısıyla her seferinde, zihnin katmanlarından başka dönülecek bir yer olmadığını bilen Adlandırılamayan, fiziksel dünyadan kaçarak buraya döner; ancak bu dönüş, benliğe gidiş değildir çünkü özne yıkılmıştır. Dolayısıyla, Üçleme’nin sonuna yaklaşıldıkça kökensel olana doğru gidilmektedir ancak Adlandırılamayan’ın adlandırılamaz oluşu da kökensel olanın varlığının şüpheli olmasından ileri gelir.

Metaforik anlamda bakıldığında, aslında adlandırılamayan bir kökenden çıkan karakterlerin sonsuz sayıda yerine geçme ilişkisi içerisinde temsil edildiği ve birbirinden doğduğu bu kurguda, doğum büyük önem taşımaktadır. Ancak insanın kökensel olandan ayrılması, yani doğması, başka birine dönüşmesiyle sonlanan kısır bir döngüyü gerektirdiği için, doğum burada daha ziyade bir ceza olarak görülür. Şayet Beckett’in yazdıkları bilinçdışı ve bilinç arasında analitik bir konuşmanın varlığı olarak görülürse, “Üstelik bunların aralarında, biri beni dünyaya salan lanetlenmiş insan, öteki de huni biçimindeki, içine kendi benzerlerimi pompalayarak öcümü almaya çalıştığım iki de hıyar vardı” derken Beckett’in, aslında sadece metinsel anlamda değil gerçek anlamda da annesiyle babasına onu bu dünyaya getirdikleri için, içten içe lanet eder gibi bir hâlde olduğu düşünülebilir. Beckett’in bilinçdışının etkilerini metinsel bir şekilde kat kat sarmaladığı eserlerinde, bilinçdışı zihnin içsel kıpırtılarının giderek, anneye ve babaya karşı çıkmakla eşleştirilen, onlara dair metaforlar ve adlandırılamazlık, anonimlik ya da belirsizlik doğrultusunda Oedipal tasvirlerin çözülüp açığa çıkarabilmesi şeklinde çevrildiği tespit edilebilir. Adlandırılamayan’ın içinde bulunduğu evren bir nevi bir Oedipal başarısızlık yeridir.           

Nitekim Kristeva, henüz libidinal bir nesne ilişkisi kurulmadan önce, Oedipal alanda gerçekleşen anneye ait şeyin kaybının neden olduğu melankoliyi kırmanın tek yolunun, anneyi öldürmek suretiyle yerine başka bir şeyi, yani dili koymak olduğunu söyler Ancak bu aşamadan sonra şeyleştirmek, kaybetmek ve kaybettiğimizi kabul etmek mümkün hâle gelir. Anneyi öldürememek ise bireyin bir türlü özerkleşememesine neden olan bir durum yaratır. Beckett’in de benzer bir süreçten geçtiği göz önünde bulundurulduğunda, Adlandırılamayan’daki durum tam da bundan ibarettir aslında.

Eskisi gibi kaybetmek isterdim kendimi, imgelemim olduğu zamanki gibi, gözlerimi yumar, bir korulukta bulurdum kendimi ya da deniz kıyısında ya da hiç kimseyi tanımadığım bir kentte, gece, herkes evine dönmüş, sokaklarda dolaşıyorum, birinden ötekine vuruyorum kendimi, gençliğimin kenti burası, annemi arıyorum, öldürmek için, daha önceleri düşünmem gerekirdi bunu.

Görüldüğü üzere, anlatıcı geçmişe dönüp baktığında, farkında olmaksızın annesini öldürme düşüncesi düşer zihnine. Aslında geçmişe duyulan hüznün içerisinde, anneden ayrılış noktasında kaybedilmiş ve özlenen bir mutluluğu yeniden bulma umudu ve bulamama korkusu gizlidir. Ancak, anneyi öldüremeyen anlatıcı, ne kendisini özneleştirebilmiş ne de dünyayı nesneleştirebilmiştir; öznelliğin tümüyle çöktüğü bir ara yüzeyde sıkışıp kalmıştır. 

Belki de hissettiğim şey bu, bir içerisi, bir dışarısı, ortada da kendim, belki de ben buyum, dünyayı, bir yandan dışarısı, bir yandan da içerisi diye ikiye bölen şeyim, dünya jilet gibi ipince bir şey olmalı, ben iki yanda da yer almıyorum, tam ortadayım, aradaki bölmeyim.

İşte Adlandırılamayan’ın ne cennette ne cehennemde, ancak sürekli arafta gezinen bir varlık olması, Ben’in, kırılgan, anonim, ölümün eşiğinde olan ama bir türlü ölemeyen bir karakter olduğuna işaret eder. Dinsel bir araftan ziyade, hiçliğe giden bir ölüm bekleyişinin hüküm sürdüğü bu noktada, aslında o çok sesli konuşma bir sessizliğe bürünmekte, çokluğun yerini hiçlik almaktadır. Asıl trajik olan insanın o ilksel boşluğun kendisinde bıraktığı yara iziyle lanetlenmesidir. Öyle ki, doğarken kaybettiği şeye ancak ölürken kavuşacaktır. Ve tüm hayatı da o çok iyi bildiği hissi tekrar yaşamak ve orada bir defa daha bulunmaya adanmıştır.

Samuel Beckett

Ve fakat o zamana kadar, Adlandırılamayan’ın bütün o başlangıçlardan ve sonlardan uzak anlatıları, söylemi sürdürmek ve ölüme karşı yazmak adına olacaktır. Zira sessizliğin simgelediği tehlike, unutma ve hafızadan silinmedir ki, bu da sembolik anlamda bir ölüm demektir. Sesin ölümsüzlüğün tek çıkar yolu gibi göründüğü bir yerde, varlığını sözcüklerde bulan Adlandırılamayan ölüme karşı durduğu bu araf yerde, zaman zaman bu konuşmayı sonlandıracak noktaya gelse de, her seferinde sürdürmeyi tercih edecektir. 

Sözcükler bırakacaklar beni, sessizlik olacak, kısa bir an, epey sürecek bu an ya da benimki olacak, sürmekte olan, sürüp gitmeyen, hala sürüp giden, ben olacağım, sürdürmek gerekiyor, ben sürdüremem, sürdürmeniz gerekiyor, sürdüreceğim ben de, sözcükler söylemek gerekiyor, sözcükler olduğu sürece, onlar beni bulana kadar, bana tuhaf acıyı, tuhaf günahı söyleyene kadar, sürdürmeniz gerekiyor, belki de yaptılar bunu, belki de söylediler bunu bana, belki de öykümün eşiğine kadar getirdiler beni; öyküme açılan kapımın önüne kadar getirdiler, şaşırtırdı beni kapının açılması, ben olacağım, sessizlik olacak, sessizliğin içindeyim, bilmiyorum, hiçbir zaman bilmeyeceğim, sessizliğin ortasında bilemezsiniz, sürdürmeniz gerekiyor, sürdüreceğim.