Son yıllarda, gezegeni geri dönüşü olmayan bir gelecekten kurtarmak isteyen iklim aktivistleri, mevcut iklim krizine dikkat çekmek için sanat eserlerini protestolarının odağı haline getiren direniş taktikleri uygulamaya başladılar.
14 Ekim 2022’de, Phoebe Plummer ve Anna Holland Londra’daki National Gallery’e girdiler ve ellerindeki bir kutu domates çorbasını Vincent van Gogh’un ünlü Sunflowers (Ayçiçekleri) tablosunun üzerine döktüler. Bir an için koruyucu camdan süzülen portakal rengindeki çorba, Arles’ın eriten güneşi altında boyunlarını büken ayçiçekleri yanılsaması yaratsa da, bu çok da uzun sürmedi. 6 saat gibi kısa bir sürenin ardından Van Gogh’un ünlü eseri temizlenip hasarsız bir şekilde yeniden yerine asıldı. Nitekim iklim aktivistleri de aslında eserin kendisini değil, koruyucu camını ve çerçevesini hedef almıştı. “Just Stop Oil” adlı aktivist grup tarafından planlanan bu hareket, fosil yakıt endüstrisine karşı bir silahlanma çağrısıydı.
Yakın geçmişte çeşitli örneklerini gördüğümüz üzere, iklim değişikliği konusunda endişe duyan birçok genç aktivist, belirsiz bir geleceğe dair büyüyen korkuları karşısında taleplerinin ve yakarışlarının duyulması adına sanat eserlerini deyim yerindeyse kendi mesajlarını iletebilecekleri bir tuval olarak kullanmaya başladı. Domates çorbası, boya, tutkal ve patates püresi gibi malzemeler kullanmak suretiyle yaratıcılık ve hayal gücünden asla taviz vermeyen bu protestolar, iklim krizinin aciliyetini göstermeyi amaçlarken bir an önce fosil yakıt endüstrisinin ve karbon kirleticilerinin siyasi ve ekonomik gücüne son verme çabasını içeriyor.
İnsan haklarına dair çok temel bir soruna karşı ses getirmek için düzenlenen bir sivil itaatsizlik eylemi olan bu protesto, kimileri için sanatsal açıdan okunması gereken bir performansken, kimileri içinse mülk tahribatının meşrulaştırılmasına işaret eden bir vandalizm örneğinin ötesine geçmiyor. Ne olursa olsun, her sansasyonel eylemin ardından olduğu gibi medya kuruluşları ve internet kullanıcıları eylemin görsel kanıtlarını anında dolaşıma soktular ve herkes bir anda “Ayçiçekleri”nin üzerinden süzülen domates çorbasını konuşur oldu. Ama ne konuştular?
Amaca Giden Bir Araç Olarak İkonoklazm
İklim karşıtı protestoların sıra dışı eylem geçmişine bakıldığında domates çorbasının gazabına uğrayan “Ayçiçekleri”nin akıbetinin ne ilk ne de son olduğu görülebilir. İşin aslı çoğu zaman vandalizm olarak adlandırılan bu “yıkıcı” eylemler kültürel açıdan değerli eserlerin ve anıtların kasıtlı olarak yok edilmesi anlamına gelen ikonoklazm kavramı dahilinde okunabilir.
İklim aktivistleri tarafından gerçekleştirilen bu ikonoklastik eylemler, baskın kültürel ve sosyal normlara meydan okuyan görsel taktikler olmakla beraber aslında yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Sanata yönelik kitlesel hedef almanın ilk örneği 8. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Bizans döneminde görülen ikonoklazmın kökeni dini sebeplere dayanırken, 16. yüzyılda Protestan Reformu’nda siyasi bir protesto olarak kullanılmıştır. Fransız Devrimi’nde ise hiyerarşi ve güç söylemiyle olan bağlantıları nedeniyle hükümdarın, soyluların ve kilisenin portreleri ile onları temsil eden pek çok sembolik nesne tahrip edilmiştir.
Görüldüğü üzere ikonoklastik eylemleri içeren protestolar sadece iklim aktivizmi ile sınırlı kalmayıp tarih boyunca farkı alanlarda sergilenmiştir. Kimi zaman bu tarz eylemlerin statükoya meydan okuyan ve medyanın dikkatini çeken güçlü bir sembolik araç olduğu savunulsa da, iletilmek istenen mesajın aktivistlerin çılgınca şeyler yapması yoluyla gerçekleşmesinin fosil yakıtların yakılmasının yıkıcı etkilerine dikkat çekmekten ziyade savunulan davaya zarar verebileceği ihtimali de mevcut. Söz konusu eserlerin kültürel mirasın bir parçası olduğu ve kültüre yönelik saldırıların halkın kimliğine yönelik bir saldırı olarak içselleştirilip duygusal tepkileri tetikleyebileceği göz önünde bulundurulduğunda medyanın bu konuya dair temsili, kamuoyu algısının şekillendirilmesinde oldukça önemli bir rol oynar. Her nasılsa bu tarz iklim protestolarında ibrenin çoğu zaman iklim krizi yerine paha biçilmez sanat eserlerinin potansiyel yıkımı yönüne döndüğünü görürüz.
28 Şubat 1974’te Tony Shafrazi, New York’taki Modern Sanat Müzesi’ne girdi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam’daki zulümlerini protesto etmek için Picasso’nun Guernica (1937) tablosunun akromatik yüzeyine kırmızı renk sprey boya ile “KILL LIES ALL” şeklinde her iki yönden de okunabilen sözcükleri yazdı. Guernica’nın savaş karşıtı mesajını yeniden canlandırıp resmin İspanya İç Savaşı sırasında olduğu kadar etki yaratmasını amaçlasa da, Times gazetesi Shafrazi’yi “vandal” olarak adlandırdı ve Vietnam’dan doğrudan bahsetmedi bile.
Nitekim “Ayçiçekleri”ni domates çorbasına bulamakla kalmayıp, sonrasında avuç içlerine tutkal sürdükleri ellerini eserin altındaki duvara yapıştıran ikiliden Plummer, sesi duyguyla titreyerek “Hangisi daha değerli? Sanat mı yoksa hayat mı?” diye sorduğunda, yine kimse bu sorunun üzerinde durmadı. Bir yandan müzeler aktivistlerin politikalarını eleştirmemeye özen gösterip, daimi olarak sanat eserlerinin tehlikeye atılmasını kınarken, öte yandan da müzelerdeki iklim protestoları çoğaldıkça, tartışmalar bu eylemlerin mesajlarından ziyade maliyetine odaklandı ve yine aktivistlerin çağrılarının aciliyeti görmezden gelindi.
Geçtiğimiz günlerde Londra’daki Southwark mahkemesinin Yargıcı Christopher Hehir, Phoebe Plummer’ı iki yıl üç ay, Anna Holland’ı ise 20 ay hapse mahkûm etti. Hehir cezasını verirken, ikilinin dünyaca ünlü tablonun mahvolmasını zerre kadar umursamadığını dile getirdi:
İkiniz de bu paha biçilmez hazinenin onarılmaz şekilde hasar görmesine veya hatta yok olmasına cam bir panelin kalınlığı kadar yaklaştınız ve bu durum vereceğim cezalara yansıtılmalıdır.
Ancak Yargıç Hehir ile aynı fikirde olmayan sanat dünyasından 100’den fazla sanatçı, küratör, sanat tarihçisi, akademisyen ve diğer sanat profesyonelleri Plummer ve Holland için verilen hapis cezasına karşı çıkan bir açık mektup imzaladı. Vandalizmi “tamamen sanatsal kanona bağlı bir eylem” olarak tanımlayan ve “Plummer ve Holland’ın protestosu, Heinz yerine Campbell’ın çorbasını kullanarak sanat tarihine bir selam göndermiş olabilirdi” diyen mektup şöyle devam ediyordu:
Uzman görüşümüze göre, bu Just Stop Oil eylemini ve sosyal mesajını dışarıdan bir sanat eserine saldırı olarak değerlendirmek yanlış olur. Bunun yerine, yaratıcı ikonoklazmın köklü geleneğine aittir.
İklim Aktivistleri Sivil İtaatsizlik Eylemine Meşruiyet Kazandırabilir mi?
Muhalefetin dünya çapındaki siyasi düşünce ve çevre hareketlerinde uzun bir geçmişi vardır. Adaletsizliğe karşı bireysel direnişin önemini vurgulayarak, gelecek nesillerdeki aktivistlere ilham kaynağı olan geniş kapsamlı “Sivil İtaatsizlik” (1849) yazısında Henry David Thoreau, kölelik yasalarına ve Meksika-Amerika Savaşı’na karşı kendi direnişinin örneklerinden yararlanarak, bir adaletsizliği sürdürmek yerine, vatandaşların doğru olanı yaparak kendi vicdanlarını takip etmeleri gerektiğini savunur. Thoreau’ya göre, vatandaşların adaletsiz bir yasaya veya genellikle küçük bir güçlü aktör grubunun çıkarlarını gözeten bir hükümete itaat etmektense, muhalefet etme ve kendi ahlaki yargılarını kullanma görevi vardır. Thoreau’ya göre birey devletten daha üstün bir otorite olan vicdanına göre hareket etmelidir:
Neyin doğru neyin yanlış olduğuna çoğunluğun değil de, vicdanın karar verdiği bir yönetim olamaz mı? Çoğunluğun sadece amaca uygun çıkarcılık kurallarının geçerli olduğu konularda hüküm vereceği bir hükümet… Bir vatandaş bir an için ya da biraz olsun, vicdanını bir kenara bırakıp kanun koyuculara teslim olmalı mı? O zaman neden herkesin bir vicdanı var? Bence insanlığımız, yönetime tabi olmamızdan önce gelmelidir. Doğruya beslediğimiz saygıyı kanunlara da beslememiz istenemez. Yapmakla yükümlü olduğum tek şey, şartlar ne olursa olsun doğru olduğuna inandığım bir şeyi uygulamaktır, diye düşünüyorum.
Sivil itaatsizliği farklı karşı koyma biçimlerinden ayıran diğer unsurlar da sivil itaatsizliğin sistemin tümüne yönelik bir eylem olmaması, yasanın ihlali nedeni ile verilen cezanın kabul edilmesi ve eylemi gerçekleştiren grubun sistemi iyileştirmeye yönelik hareket etmesidir. Bu sayede diğer eylem türlerinden farklı olarak, kamu vicdanını etkileme ve dolayısıyla kamuoyu görüşünü değiştirme açısından farkındalık yaratmayı amaçlamaktadır.
Son yıllarda, iklim krizi tehlikesi arttıkça, iklim aktivistleri görünür olmak, hükümetlere baskı yapmak ve acil eylem talep etmek için sivil itaatsizlik taktikleri kullanmaktadır. Sistemin günlük işleyişini sekteye uğratmak ve statükoyu sorgulatmak yoluyla iklim aktivistleri, hükümetleri ve şirketleri taleplerini dikkate almaya zorlayabilir. Bu eylemler tartışmalı olsa da, geleneksel protesto biçimlerine göre daha radikal olduğundan hükümetlerin bu konuları gündeme almasında oldukça etkili olabilir. Neticede iklim savunucularının dikkat çekmek istediği iklim ve ekolojik çöküşün yıkıcı zararlarının tartışıldığını sıklıkla görmüyoruz. BM Genel Sekreteri António Guterres, Nisan 2022’de yaptığı bir konuşmada şöyle diyor:
İklim aktivistleri bazen tehlikeli radikaller olarak tasvir ediliyor. Ancak gerçekten tehlikeli radikaller, fosil yakıt üretimini artıran ülkelerdir.
Nitekim İngiltere Hükümeti’nin, BM’nin bu tür politikaların ahlaki ve ekonomik delilik olduğu yönündeki uyarısına rağmen yüzlerce yeni petrol ve gaz lisansı verip bir nevi yangına körükle gitmesi, kapitalist sistemin gidişatı ve demokratik bir hukuk anlayışı konusunda umut vadetmiyor. Günümüzde muhalefet kavramı ancak belli sınırlar içerisinde, kapitalist sistemin çıkarlarına dokunmadığı sürece destekleniyor. İklim savunucularının yaptığı gibi statükoyu zorla kesintiye uğratmak ve sistemin olağan işleyişini bozmak ağır cezalara davetiye çıkarmak anlamına geliyor. Tıpkı komünist ve ırkçılık karşıtı akademisyen Angela Davies’in 1971’de hapishaneden yazdığı gibi:
Demokrasi ile hastalıklarımızın kaynağı olan kapitalist ekonomi arasında, çarpıcı çelişki var… Anlamlı muhalefetin, yasal sınırlar içinde kaldığı sürece, her zaman hoş karşılandığına dair resmi iddialar, sıklıkla baskıya boyun eğme davetini gizleyen bir sis perdesidir.
Ayçiçekleri, Domates Çorbası ve Sembolizm
Parlak sarı yaprakları ve yükselen saplarıyla Van Gogh’un “Ayçiçekleri” adeta güneş sembolizmini somutlaştırıyor gibi görünse de, bu çiçeklerin güzelliği ve dayanıklığının yanı sıra kırılganlıkları da göz ardı edilmemelidir. Güneş ışığı, su ve verimli toprağa ihtiyaç duyan ayçiçekleri, giderek artan iklim değişikliğinin tehdidi altındadır. İklim protestosunun hedefi olan “Ayçiçekleri” aslında gezegenimizin ekosistemlerini korumanın önemi hakkında çarpıcı bir hatırlatma görevi görür.
Kendilerine yöneltilen eleştirilere rağmen Plummer bir röportajında şu yorumda bulunur:
Van Gogh, ‘Hiçbir şeyi denemeye cesaretimiz olmasaydı hayat nasıl olurdu?’ demişti. Van Gogh’un, sivil itaatsizliğe ve şiddet içermeyen doğrudan eyleme adım atmamız gerektiğini bilen insanlardan biri olduğunu düşünüyorum.
Van Gogh’un bu konuda ne düşüneceği kesin olmamakla beraber, yaşadığı dönem dikkate alındığında aslında şu an yaşadığımız iklim krizinin başlangıcına ilk elden tanıklık ettiği öne sürülebilir. Van Gogh her ne kadar kırsalın çoğu zaman bozulmamış manzarasında aşkın bir huzur bulan, doğanın usta ressamı olarak tasvir edilse de, ne yaşadığı endüstriyel çağdan ne de onun eseri olan fabrikalardan, kirli gökyüzünden, kömür madenlerinden ve gaz tesislerinden ayrı tutulamaz. Sanayileşme ve çevre kirliliği, Van Gogh’un eserlerinin konularını ve hatta sentetik yağ seçimlerini bile etkilemiştir. Her ne kadar rengin doğal elementlerden türetildiğini düşünme eğiliminde olsak da, Van Gogh’un yaşadığı dönemde kullanılan pigmentlerin çoğu çevre açısından zararlı etkilere sahipti. Van Gogh da o dönem çalışmalarına arsenik, kömür katranı ve kurşun gibi pigmentleri dahil eden çok sayıda sanatçıdan biriydi. Bu yönüyle Van Gogh’un zamanının çevresel gerçeklikleriyle etkileşimi, bugün içinde bulunduğumuz iklim krizi ve ekolojik yıkım tehditlerinin öncülü olarak algılanabilir.
Hal böyleyken, çevre kirliğininin kasvetli bulutlarının Van Gogh’un tepesinde de dolaşması ayçiçeklerini daha da sembolik bir noktaya taşır. Çok yakın bir zaman diliminde küresel sıcaklığın sanayi öncesi döneme kıyasla 1,5°C eşiğini aşacağı öngörülüyor. Bu, sıcak hava dalgaları, kuraklıklar, orman yangınları, yoğun yağış ve sel gibi giderek daha sık ve aşırı hava olaylarına yol açmanın yanı sıra büyük okyanus dolaşım sistemlerinin bozulması, boreal permafrostun ani çözülmesi ve tropikal mercan resif sistemlerinin çökmesi gibi birden fazla iklim dönüm noktasını tetikleyerek insanlık için ani, geri döndürülemez ve tehlikeli etkilere neden olabilir. Bu faktörlerden en çok gelişmekte olan ülkelerin etkileneceği ve 2030 ile 2050 yılları arasında iklim değişikliğinin yetersiz beslenme, ishal, ısıyla ilgili hastalıklar ve sıtma yoluyla yılda 250.000 ek ölüme yol açacağı tahmin ediliyor.
Almanya’da Monet’nin Meules (Yığınlar) adlı eserine patates püresi fırlatan Letzte Generation (Son Nesil) grubunun iki üyesi, ellerini duvara yapıştırtıktan sonra, aktivistlerden biri olan Mirjam Herrmann kalabalığa şunları söyledi:
İnsanlar açlık çekiyor, insanlar donuyor, insanlar ölüyor. Bir iklim felaketi içindeyiz. Ve korktuğunuz tek şey bir tablonun üzerinde domates çorbası veya patates püresi. Benim neden korktuğumu biliyor musunuz? Korkuyorum çünkü bilim bize 2050’de ailelerimizi besleyemeyeceğimizi söylüyor. Dinlemeniz için tablonun üzerinde patates püresi mi olması lazım? Yemek için kavga etmek zorunda kalırsak bu tablonun hiçbir değeri olmayacak.
Nitekim Giampietrino’nun “The Last Supper” (Son Akşam Yemeği) eserinin altını sprey boya ile boyamayı seçen Just Stop Oil grubunun bir sözcüsü de, “bunun son akşam yemeği olabileceği bütün bir nesil var” diyerek iletmek istedikleri mesajı sanatın sembolizmiyle birleştirdi. Bu çarpıcı sembolizm yiyecekle ilgili imgeler yoluyla gelecek nesillerin karşılaşacağı potansiyel geleceğe dair güvensizlik duygusunu vurgularken, bir protesto mekanizması olarak gıdanın ve bir gıda krizi olasılığının bir araya getirilmesi, aktivistlerin iletmeyi amaçladıkları mesajların dünya çapında yayılmasını sağlıyor. Hollanda’da Just Stop Oil aktivistlerinden biri şu soruyu sorar:
Sanat mı yoksa hayat mı daha değerli? Yiyecekten daha mı değerli? Ya da adaletten? Bir tablonun korunmasıyla mı yoksa gezegenimizin ve insanların korunmasıyla mı daha çok ilgileniyorsunuz?
Bugün alınan politikalar ve kararlar, bu yüzyılın geri kalanında ve sonrasında iklim ve sürdürülebilirlik sonuçlarını etkileyecektir. İnsan kaynaklı faaliyetler iklim değişikliğinin ana nedenleri olduğundan, sürdürülebilirliğe doğru belirleyici yapısal ekonomik dönüşümler ve sosyo-kültürel geçişler acildir. Zaman daralıyor ve bugünkü gençlerin geleceği büyük ölçüde, iklim değişikliğinin en ciddi etkileri ile hiç karşılaşmayacak nesiller tarafından belirleniyor. Bu yüzden birçok genç, iklim değişikliğine çeşitli şekillerde katkıda bulunan ekonomik, sosyal ve çevresel politikalara ve uygulamalara karşı muhalefetini radikal bir şekilde dile getirerek kendileri için daha güvenli bir gelecek yaratmak istiyor.
İklim değişikliği ile mücadele için tuhaf bir reçete gibi görünse de çorba ve tutkal, bir parça da sivil itaatsizlik, sahiplenmemiz gereken mücadeleyi bir kez daha gözler önüne seriyor. Zira George Orwell’ın da dediği gibi:
Burnumuzun dibindeki şeyi görmek sürekli bir mücadele gerektirir.”