Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Albert Camus: Toplumdan ve Kaleden Uzak Bir Adam

Annem ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum.

Albert Camus’nün, 1957 Nobel Edebiyat Ödüllü klasiği Yabancı bu cümleyle başlar. Yazar, yalın fakat altında derin sorgulamalar, anlamlar barındıran bu cümleleriyle adeta kendi düşüncelerini, yaşam felsefesini anlatır. Camus, varoluşçu bir düşünür ve yazar olarak görülür, belki de bunun en büyük sebeplerinden birisi de Sartre ile olan dostluğudur. Fakat kendini bir varoluşçu olarak kategorize etmez, eğer bir gruba girecekse bunun “absürdizm” (saçma) felsefesi olabileceğini söyler.

Absürdizm Hakkında

Camus’nün düşüncesinin temelinde olan “absürt” kavramı, adından da anlaşılacağı gibi bir çelişki ve bu çelişkiden doğan anlam verilemeyen mücadeleyi içerir. Umut eden, amaçlarına tutunan bir varlık olan insan, yaşamında anlam ve bir düzen arayışındadır. Evren ise anlamdan bağımsız, kaotik yapısında insana istediklerini sunmaz. Bu çelişki ve paradoks insanı yaşama dair sorgulamaların içine iter. Anlamsız olan bu dünyada anlam nasıl bulunabilir, yaşamak ve özgürlük, eylemde bulunmak idealize edilebilir mi? İşte bu durum, iğne bulunmayan ve bunu bildiğin bir samanlıkta iğne aramak gibi saçma ve absürttür.

Camus’nün en önemli kitapları arasında gösterilen Yabancı ve Veba aslında insanın bu absürt durumla nasıl başa çıkmaya çalıştığını ve anlam arayışını anlatan kurgulardan oluşur. Romanların ana karakterleri, duygusal ve sosyal hayatta neredeyse topluma karşı tamamen yabancılaşmıştır. Toplumsal hayattan kopuk karakterlerdir ve zaman akışında kendi gerçekleriyle yüzleşirler. Yazarın bir diğer önemli eseri Yabancı ile aynı yıl yazdığı Sisifos Söyleni ise yazarın absürtlüğü ve bu absürtlük karşısında insanın ne yapması gerektiğine yönelik düşüncelerini içeren bir kılavuz niteliğindedir.

Camus’nün önemli eserlerine değinmeden önce onun hayatına kısaca değinmek gerekir. Çünkü tüm düşünürler, filozoflar ve yazarlar kendi hayatlarından, yaşamlarında karşılaştıkları zorluklardan ve ailelerinin inanışlarından, sosyal statülerinden olumlu ya da olumsuz şekilde etkilenmiştir. Geçmiş hiçbir zaman peşimizi bırakmayan bir izdir… 

Camus’nün Hayata Yabancılaşması

Albert Camus, Fransız sömürgesi olan Cezayir’de dünyaya gelmiştir. Tahmin edebileceğiniz gibi bir sömürge bölgesinde ekonomik durumu iyi olmayan bir ailedendi.  Savaş sırasında babasını kaybeden Camus, daha sonraları kendi yaşam idealleri için üniversiteye gitti. Felsefe eğitimi sırasında verem hastalığına yakalandı. Hastalığı ve yaşadığı zorluklar nedeniyle eğitimini 6 yıl gibi bir sürede tamamlayabildi. İlk evliliği, eşinin onu aldatması ve uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle son buldu. Sonrasında II. Dünya Savaşı için orduya katılmak isteyen Camus, yaşadığı hastalık ve güçsüzlüğü nedeniyle orduya kabul edilmedi. Bu durumdan 2-3 yıl sonra ise en önemli eserleri Yabancı ve Sisifos Söyleni’ni yarattı.

Camus’nün askere kabul edilmedikten sonra, dönemin de etkisiyle tarihsel ve politik konulara daha fazla ağırlık vermeye başladığını da söylemeliyiz. O dönemde özellikle sömürgecilik ve bireyin özgürlüğü hakkında yazdı, Paris’in Nazi işgali sırasında da Fransız direnişine katıldı.

Hayatında yaşadığı umutsuzluklar, beklenmeyen anlarda gelen yıkımlar, savaş ve hastalıklar aslında ona hayatta umut etmemeyi, bir şeye çok sıkı bağlanmamayı öğretmiş olabilir. Bu da onu büyük ihtimalle “absürdizm” kavramına ve buna dayanan bir görüşe itmişti. İlerleyen yıllarında da, acı örneklerle kendi hayatında yaşamış olduğu gerçekleri büyük eserlerinde kurgulaştırdı.

İlginç Bir Deneyim ve Benzerlik: Futbol ve Hayat 

Camus’nün yaşadığı olaylar arasında ilginç olan şeylerden birisi de onun üniversite dönemindeki kalecilik deneyimi ve futbol aşkıdır. Camus, verem hastalığı nedeniyle bırakmak zorunda kaldığı futbol kariyeri sonrasında da futbolu izleyici olarak ilgiyle takip etmiştir. Camus, hayatı ve düşüncelerini futbol üzerinden de tanımlamaya çalışmıştır. Bu nedenle bu duruma biraz değinmek istedik.

Albert Camus Kalecilik Yaparken

Kendisine bir röportajı sırasında “Futbol mu edebiyat mı yoksa tiyatro mu?” diye sorulmuş, cevap olarak;

 Tercihim tabii ki her zaman futbol, dünyaya bir daha gelsem yazar olmak yerine futbolcu olmayı seçerdim. 

Camus, hayatın gerçeklerinin, ahlak felsefesi ve inançlar kadar futbolla da anlaşılabileceğini belirtmiş ve eklemiştir: 

Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum…

Düşüncesinin temelinde yer alan absürtlüğü de futbolla çok iyi tanımlanabileceğini düşünür.  

Çünkü futbolda top asla beklediğimiz yere gitmez tıpkı hayatın karşımıza çıkardıkları gibi.

Onun gözünde futbol, hayatın bir kopyasıdır ve onun kadar gerçektir.

Toplumda Bir Yabancı Meursault

Camus’nün duruşunu anlamak için onun kahramanlarına bakmamız da güzel bir ipucudur. Örneğin Yabancı romanının başkarakteri Meursault’ya ve yaşadıklarına kısaca değinelim.

Fransız Arthur Meursault, duyguları ve toplumsal normlarını önemsemeyi, anlamlandırma yapmayı reddeden bir karakterdir. Kitap boyunca onun bu duygusuz, sosyal hayattan kopuk ve olayları, ilişkileri umursamayan tavırlarını görürüz. Sonunda ise bu absürt yaşamın kancasında saçma, anlamsız bir cinayet işler. Bir Arap’ı öldürür. (Bir Fransız’ın umursamazca bir Arap’ı öldürmesi, bir sömürge bölgesinden yetişen Albert Camus’nün siyasi ve sosyal yapıya yönelik bir eleştirisi olarak da kabul görebilir.) 

Bu cinayet sonrasında ise Meursault, toplumsal normları ve toplu yaşamın gereksinimlerini temsil eden mahkeme tarafından yargılanır. Bu yargılama da kahramanımızın hayata karşı tutumu kadar saçmadır. Çünkü Meursault, adeta işlediği cinayetten bağımsız olarak yargılanır. Neticede çok farklı zaman ve mekanlarda toplum kuralları ve adetlerine uygun davranmadığı için suçlu olduğuna inanılır ve eleştirilir. Mesela, annesinin cenazesinde kendisine ikram edilen kahveyi içmesi ya da annesinin öldüğündeki yaşını hatırlamaması gibi. Aslında Camus burada da inandığımız, anlam yüklediğimiz davranışların temelini bize yadırgatıcı şekilde sorgulatır. Her şey yapay olarak kurulan ve anlam yüklenen saçma bir düzenden mi ibarettir? Bu düzene inanmamak, ona göre yaşamamak bizi kara koyun mu yapar?

Sisifos Miti ve Hayatın Döngüsü

Sisifos, Yunan mitolojisinde ölümü aldatması ile bilinir, hem de iki kez. Sonunda ise Zeus tarafından ona; bir kayayı tepeye yuvarlama cezası verilmiştir. Sisifos, kayayı her seferinde tepeye yuvarladığında en tepeye geldiği zaman kaya ona direnç gösterir ve başlangıç noktasına geri döner; Sisifos da sürekli eylemine baştan başlamak zorunda kalır. Bu durum, hayatı boyunca yaşayacağı bir döngüye dönüşür. Bu miti yorumlarken kimisi bunu son derece zalim, umutsuzluğa yol açan bir mit kimisi de cezaya karşı başkaldırı; anlamsızlık ve umutsuzluk içinde bir yaşama eylemi olarak görür. Albert Camus, onun yaşama ve varoluşa dair fikirlerini daha net anladığımız Sisifos Söyleni kitabında, ikinci görüşe daha yakındır. O, Sisifos’un başaramayacağını, umulan mutlu sona ulaşamayacağını bilmesine rağmen bu bilinçle kayayı her seferinde tepeye sürüklemeye gayret etmesini bir başkaldırı olarak tanımlar. 

Camus’ye göre Sisifos miti aslında anlamsız, saçma hayatta yaşayan insanın trajedisini de anlatır. İnsanın, öleceğini bilerek zaman diye uydurduğu bir olgunun içinde sürekli benzer şeyleri yapması ve sonunda bir şeyler elde edebileceğini düşünmesi Sisifos’un durumundan farksızdır. İşte burada, bu mit üzerinden Camus, saçma-absürt diye tanımladığı yaşamda insanın ne yapması gerektiğine de değinir. Kendisinden önce yaşamış Soren Kierkegaard gibi intiharın bir kurtuluş ya da bir direniş olduğunu düşünmez; onun çabalamaya değmeyecek bir eylem olduğunu söyler. Hatta intihar fikrinin tam tersi anlamsızlıkta anlam bulma, absürtlüğü kabullenip onunla yüzleşmeye çalışmak gerektiğini söyler. İnanır ki, bu saçmalığın içinde onun farkında olarak yaşarsak bu çabanın içinde bir mutluluk bulabiliriz.

Hayat Hiçbir Şey Değildir; İtina ile Yaşayınız

Absürtlüğün içinde yaşamaya çalışmak da aslında saçma bir eylemdir. Dünya insanlara ne bir anlam ne de net bir amaç sunar. Üstüne üstlük insanlardan sürekli bir anlam arayışı içinde olmaları beklenir. Bir yandan yaşayıp hayata değer vermeye çalışmak, diğer taraftan da ölümlü olduğunun farkında olup hayatının elbet bir gün sona ereceğini bilmek tam bir absürtlüktür. Üstelik bu ikilik (yaşam-ölüm ikiliği) hayatın birçok alanında da keder-sevinç, iyi-kötü, başarılı-başarısız gibi farklı boyutlarıyla da karşımıza çıkar. Camus, hayatın barındırdığı bu ikilikleri de onun absürtlüğünü desteklemek için kullanır. Yaşamın anlamsızlığı, anlam bulunabilecek ya da yok edilebilecek bir şey değildir der. Camus’nün felsefesinin belki de en özgün yönü, bireyin dünyayı daha yaşanabilir hale getirmek için çaba göstermesi ve kendi özgürlüğünü kucaklaması gerektiğini savunmasıdır. O, insanın yaşamın anlamsızlığını kabullenip bu anlamsızlıkla barışık bir şekilde yaşaması gerektiğini söyler ancak bu kabullenişin özgür, umursamaz bir kabulleniş olması gerektiğini de ekler.

©Loomis Dean’in Objektifinden Albert Camus

“Hayat hiçbir şey değildir, itina ile yaşayınız.” cümlesi, bu düşüncelerini özetler niteliktedir.  Hayata bir anlam yüklemek anlamsızdır, onu dilediğiniz gibi yaşayın der. Tercih yine de insanındır; ister kalıplardan, toplumsal normlardan kopuk, ister büründüğü ya da ona atfedilen rollere girerek, isterse de ummadan umursamadan dilediği gibi…

Camus’nün Popüler Kültüre Yansımaları

Yazımızın sonunda Camus’nün kitaplarından ve onun hayat felsefesinden etkilenerek onu günümüze taşımaya, daha da ölümsüz kılmaya çalışmış sevdiğimiz eserlerden bahsetmek istiyoruz. 

Yakın zamanda izlediğimiz Sandra Hüller’in müthiş performansıyla göz doldurduğu, Justine Triet’nin yönettiği Cannes 2023 en iyi film ödüllü “Anatomy of a Fall”un vurucu mahkeme sahnelerinde zanlının suçlu olduğuna yönelik, dava avukatı tarafından sunulan kanıtlar bize Camus’nün Yabancı kitabında Meursault’nun mahkemede sorgulanma anlarını anımsatmakta. Bir de o gözle izlemenizi tavsiye ederiz.

Ünlü İtalyan yönetmen Luis Visconti’nin 1967 yılında çektiği Stranger (Yabancı) filmi de Camus’nün aynı adlı eserinden uyarlanmıştır. Üstelik Arthur Meursault karakterinin, ünlü aktör Marcello Mastroianni tarafından canlandırılması bile filmi izlemek için güzel bir sebep olabilir.

Yine ünlü İngiliz alternatif rock grubu The Cure’un Yabancı kitabından esinlenerek Robert Smith tarafından yazılan “Killing an Arab” parçası dinlenmeye değer! Bu parça, çıktığı dönemde ırkçılık teşkil ettiği için tepki toplamış hatta sonrasında grup tarafından konserlerinde “Kissing an Arab” olarak söylenmiştir. Bu absürtlük bile sanki Camus’ye selam çakmakta.