Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Freud’un Çalışma Odası: Arkeolojik Bir Kazı Sahası

Berggasse no 19, Viyana 9. Bölge.

Bir an bakıldığında herhangi bir kapı numarası gibi görünse de, aslında bu adres Sigmund Freud’un 1938 yılında Naziler’den kaçmak için Londra’ya gitmeden önce 47 yılını geçirdiği evinin, içsel mağarasının, adresi.

Peki ya kapıdan içeri girdiğimizde bizi nasıl bir yer bekliyor? Freud’un en ünlü hastalarından biri olarak bilinen Sergei Konstantinovitch Pankejeff, nam-ı diğer Kurt Adam, anılarında psikanalizin babasının yaşadığı daireyi ve çalışma odasını şöyle tasvir ediyor:

Freud’un yaşadığı her şeyde mutlu bir denge bulma konusunda özel bir yeteneğe sahip olduğu izlenimini edindim. Bu özellik Berggasse’deki evinin görünümünde de kendini gösterdi. Aralarında küçük bir kapı olan ve pencereleri küçük bir avluya açılan bitişik iki çalışma odasını sanki bugün görmüş gibi hatırlıyorum. Burada her zaman kutsal bir huzur ve sessizlik hissi vardı. Odalar her hastaya sürpriz olmuş olmalı çünkü hiçbir şekilde bir doktorun muayenehanesini değil, bir arkeoloğun çalışma odasını hatırlatıyorlardı. Burada, konuya yabancı olanların bile Eski Mısır’dan kalma arkeolojik buluntular olarak ayırt edebildiği her türden figür ve diğer olağandışı nesneler vardı. Duvarlarda orada burada, çoktan kaybolmuş dönemlerin çeşitli sahnelerini temsil eden taş levhalar vardı.

©Edmund Engelman – Berggasse 19, Freud’un Çalışma Odası

Freud, Sergei’ye arkeolojiye olan sevgisini, psikanalistin, kazılardaki arkeologlar gibi, en derin ve değerli hazinelere gelmeden önce hastanın ruhunun katmanlarını kademe kademe ortaya çıkarması gerektiği şeklinde açıklamıştı.

Divandan Kazıya: Psikanalizin Arkeolojisi

Arkeolojinin Freud’un psikanalitik yöntem hakkındaki düşüncesinde kritik bir rol oynadığını biliyoruz. Freud’un, bilinç dışını tanımlamak için kullandığı arkeoloji metaforu, psikolojik içeriklerin derine gömülü olması ve psikanalistin geçmişi yeniden inşaa etmek adına bunları titizlikle yüzeye çıkarması anlamına geliyordu. Ruhsal süreçleri, psikanalistin sözlü ve görsel olarak inceleyebileceği veya kazma ve kürekle saldırabileceği gömülü temelleri olan harabeler olarak sundu. 

1896 tarihli “Histerinin Etiyolojisi” adlı makalesinde bundan şöyle bahsediyor:

Bir kaşifin az bilinen bir bölgeye geldiğini, duvar kalıntıları, sütun parçaları, yarı silinmiş ve okunamayan yazıtlı tabletlerle dolu bir harabenin ilgisini çektiğini hayal edin… Kazma, kürek ve bel getirmiş olabilir ve bölge sakinlerini bu aletlerle çalışmaya yönlendirebilir. Onlarla birlikte harabelere gidebilir, çöpleri temizleyebilir ve görünür kalıntılardan başlayarak gömülü olanı ortaya çıkarabilir. Çalışması başarı ile taçlandırılırsa keşifler izah gerektirmez; yıkık duvarlar bir sarayın veya hazine evinin surlarının bir parçasıdır; sütun parçaları bir tapınağa doldurulabilir. Şans eseri iki dilli olabilen çok sayıda yazıt, bir alfabeyi ve dili açığa çıkarıyor ve deşifre edilip tercüme edildiklerinde, anıtların inşa edildiği anı anmak için uzak geçmişteki olaylar hakkında hayal bile edilemeyecek bilgiler bahşediyor.

Freud, harabe imgesini düzensiz ve yerleşik olması itibariyle daha sonra yeniden inşa edilmeden önce kazı ve yorumlama çalışmalarına açık bir malzeme olarak sunar. Yıkım varolduğu haliyle daha az, analiz yöntemi aracılığıyla ise daha çok şey anlatan bir materyaldir. Harabe tek başına kendini deşifre etmez. Harabenin yeniden inşa edilmiş bir tamamlanma durumuna ulaşması için analiz gerekir ve bu harabenin nerede bitip psikanalizin nerede başladığı sorusunu akla getirir.

Zihnin arkeolojisi üzerine düşünen Freud, aynı zamanda Eski Mısır Uygarlığı üzerine de düşünüyordu. Freud’a göre yapısal formuyla rüya dilini hayal etmenin bir yolu olan Mısır hiyeroglifleri de, antik ve hermetik doğaları gereği tıpkı harabeler gibi incelikli bir analiz gerektiriyordu. Rüyaların Yorumu‘nda (1900) hiyerogliflerin şifresini çözme benzetmesini, görünüşte irrasyonel olan rüya dilinin şifresini çözmek için kullandı. Freud, rüya içeriğinin bir bakıma hiyerogliflerle sunulduğunu ve sembollerinin teker teker rüya düşüncelerinin diline çevrilmesi gerektiğini belirtir. Bir bakıma rüyalarımızın bize gönderilen papirüsler olduğu söylenebilir. 

Freud’un psikanaliz ile arkeoloji arasındaki bu karşılaştırmaları arkeoloji metaforunun temelini oluşturdu. Bu metafor ayrıca onun kapalı, mezar benzeri ofisinin hastanın zihnini özgürleştirmede nasıl aktif bir rol oynadığını ortaya koyar. 

©Edmund Engelman – Berggasse 19

Freud’un Antik Dünyası ve Sembollerin Psikanalizi

Tekrar Freud’un çalışma odasına dönelim. Bu sefer odaya yavaş yavaş göz gezdirelim:

Berggasse 19’daki daire birbirine bağlı iki odadan oluşuyordu: yazı yazdığı ve danışanlarını ağırladığı çalışma odası ve analiz yaptığı diğeri. Çalışma odasında geniş pencerelerin altında dik açıyla monte edilmiş iki parçalı bir çalışma masası vardı ve duvarlar tavana kadar kitaplarla kaplıydı. İkinci odanın görsel merkezi, Freud’un analiz seansları sırasında hastanın görüş alanı dışında oturduğu koltuğunun arkasında, bir tarafı yüksek minderli, İran halısıyla kaplı bir kanepeydi. Köşede uzun bir kil soba duruyordu ve zemin büyük bir İran halısıyla kaplıydı. Ancak en güçlü izlenimi bırakan şey, her iki odanın da her köşesinde ahşap, taş veya metalden yapılmış bir figür, bir seramik kavanoz, bir taş rölyef veya müzelerde ve arkeolojik koleksiyonlarda bulduğumuza benzer bir cam vitrin bulunmasıydı. Buradaki çeşitli arkeolojik buluntular, hanedan Mısır stellerinden geç antik lambalara kadar uzanıyordu. Gerçekten de, Pankejeff’in dediği gibi, “Her türden figür ve diğer sıra dışı nesneler vardı” ama aslında bunlar, ücretsiz sergi alanının tamamını kaplıyordu; Duvarların “şurasında burada” taş kabartmaları asılıydı ama geri kalanı mozaiklerle ve arkeolojik duyumların röprodüksiyonlarıyla kaplıydı. Freud masasına oturup sola, pencereye doğru baktığında küçük bir aynadaki yansımasını görebilirdi; Bu arada arkasındaki her iki masa da figürlerle tıka basa doluydu (Thoth’un maymunu, İmhotep, İsis ve Athena dahil), arkasındaki kütüphane duvarında iki kalabalık cam kasanın arasında iki Afrika maskesi asılıydı ve iki yanında kırmızı figürlü iki Antik Yunan testisi vardı; kütüphanenin pencerenin karşısındaki duvarı, figürlerin bulunduğu başka bir masa tarafından gizlenmişken, vitrinler ve masalar arasındaki her yerde eserler yatıyordu. Analiz odasındaki tüm duvarlar (kanepenin arkasındaki duvar hariç) steller ve vitrinler nedeniyle o kadar kalabalıktı ki figürler onların da üzerlerine oturarak duvarlardaki resimleri gizlemişti. (Marko Teodorski, Freud’s Archeology)

Görünen o ki, Freud’un ofisinde gözün değdiği her nokta geçmişe yapılan bir referanstı. Peki çalışma odasının her köşesine sinen, Freud’un Mısır’a duyduğu bu çok yönlü hayranlık nereden geliyordu?

Freud’un antik çağa olan ilgisi, küçük yaşlardan itibaren başlayıp daha sonraları antik dramada ve arkeoloji literatürünün tutkulu okunmasıyla kayda değer bir tatmin buldu. 1986’da babasının ölümünden sonra antika eser toplamaya başladı ve 1938’de Londra’ya taşındığında koleksiyonunda 2.000’den fazla eser bulunuyordu. Bu nesnelerin yaklaşık yarısı Eski Mısır’a aitti.

©Edmund Engelman – Freud’un Çalışma Masası
Jean-Auguste Dominique Ingres’in Oedipus ve Sfenks Adlı Tablosu, Sigmund Freud’un Muayene Odasındaki Kanepenin Üzerinde Asılıdır

Freud arkeolojiye olan tutkusunu Stefan Zweig’e yazdığı bir mektupta şöyle dile getirmiştir: 

Övündüğüm tutumluluğuma rağmen Yunan, Roma ve Mısır antikalarından oluşan koleksiyonum için çok şey feda ettim, aslında psikolojiden çok arkeoloji okudum ve savaştan önce ve savaşın bitiminden sonra her yıl en azından birkaç gün veya haftayı Roma’da geçirmek zorunda kaldığımı hissettim.

Freud’un eşi Martha’ya yolladığı Paris mektupları da, eski Mısır eserlerine olan tutkusunun ilk izlerini açığa çıkarmaktadır. Mektuplardan birinde Louvre’un eski eserler kanadına gittiğinden, onu en çok çeken şeyin, bazıları mükemmel karakterizasyonlu çok sayıda imparator büstü olduğundan, Asur ve Mısır odalarını birkaç kere daha ziyaret etmesi gerekeceğinden bahseder ve coşkuyla devam eder: 

Kucak köpekleri olarak aslanları kollarında tutan, ağaç kadar uzun Asur kralları, saçları özenle yontulmuş kanatlı insan hayvanlar, sanki dün yapılmış gibi net çivi yazısı yazıtları ve ardından ateşli renklerle süslenmiş Mısır kabartmaları, kralların sahici devasa heykelleri, gerçek sfenksler, rüya gibi bir dünya.

Freud’un yakın arkadaşı olan ve daha sonra biyografisini de yazan nörolog ve psikanalist Ernest Jones, Freud’un Londra’nın sahip olduğu hazinelerden büyülendiğini söyler. Jones Londra’da onun için en önemli şeyin British Museum’daki eski eserler koleksiyonu olduğunu, özellikle de eski Mısır ile ilgili olanlar olduğunu söyler. Hatta hiç tiyatroya gitmez, çünkü akşamlarını ertesi günün müze ziyaretine hazırlık olarak kitap okumaya ayırır.

Başka bir mektubunda çağdaşı olan kulak burun boğaz uzmanı Wilhelm Fliess’e, Freud şöyle yazar:

Mısır’ın antik eserleri… bunlar beni iyi bir ruh haline sokuyor ve uzak zamanlardan ve ülkelerden bahsediyor.

Fliess, Freud’un yazarken karşısında duran küçük figürlerin ona “dinlenme, sığınma ve cesaretlendirme sunan” bir izleyici kitlesi sağladığını, işaret veya yön tabelası vazifesi gördüklerini öne sürmüştür. Aslında masanın üzerindeki figürlerin düzeninin, ayrıca bazı yazı gereçlerin ve puroların, Freud’un hem düşünmesine hem de çalışmasına olanak tanıyan güvenli ve yaratıcı bir alan yarattığı söylenebilir.

Terapi Alanı mı? Mezar Odası mı?

Babasının Ekim 1896’daki ölümünden iki ay sonra Freud, ofisini gerçek bir mezara dönüştürecek antikaları birleştirmeye başladı. Etrafını topraktan çıkarılmış nesnelerle çevrelemeye başlayan Freud, Mısır bok böcekleri, Roma ölüm maskeleri, Etrüsk cenaze vazoları, bronz tabutlar ve mumya portreleri ile doldurduğu ofisini adeta kendisini ve hastalarını gömdüğü bir mezar haline getirmiştir. Freud, ofisinde bulunan antikaları işaret ederek aslında bunların yalnızca bir mezarda bulunan nesneler olduğunu ve gömülmelerinin onların korunması olduğundan bahseder. (Bir Takıntı Nevrozu Olgusu Üzerine Notlar, 1909)

Freud’un ofisindeki mezar benzeri unsurlar ve mimari; bilinçdışı ruhsal mekanizmaları canlandırarak, hastanın ruhunun dönüşümünü ve özgürleşmesini kolaylaştırmada merkezi bir rol oynamıştır.

Julia Schroeder, “The Active Room: Freud’s Office and the Egyptian Tomb” adlı yakın tarihli bir makalesinde, Freud’un ofisinin yalnızca bir mezara değil, Mısır mezarlarına, özellikle de Tutankhamun’unkinin düzenlemesine ve dekorasyonuna benzediğine dikkat çekiyor. Aslında her iki oda da bedeni barındırırken zihnin özgürleştirici, psişik bir dönüşüm geçirmesine izin veriyordu. Mezardaki mumyanın bedeni lahitte dinlenip ruhu öbür dünyaya yolculuk ederken, ofisteki hastanın bedeni de Freud’un kanepesine uzanıp bilinçdışı diyarına yolculuk ediyordu. Buna göre, Freud’un ofisi ve eski Mısır mezarı, mumya ve hasta için yeni ilişkisel dünyaların kapılarını açan kapalı bir alan işlevi görüyordu. Bu şekilde aktive edilen odada, serbest çağrışım esnasında hastanın söylediği sözler, bilinçdışı düşüncelerin gün yüzüne çıkmasına ve net zihinsel görüntülere dönüştürülmesine olanak tanıyordu. Hastanın ağzından çıkan sözler, mumyanın ağzından çıkan ruha benzetilebilir. Bu tespitiyle Schroeder, Freud’un, hastaları serbest çağrışıma yönlendirip içsel içerikleri ortaya çıkardığı psikanalitik süreçte, hastayı çevreleyen şeyler vasıtasıyla onu temas kurmanın gerekli olduğu bastırılmış içeriklere doğru yönelterek nasıl desteklediğini gösteriyor.

Freud’a göre mesken ev; anne rahminin yerine geçen bir yerdi, onun güvende ve rahat olduğu ilk barınma yeriydi. Freud’un ofisi de rahme benzemektedir. Anneye ait ve rahatlatıcı bir alanı temsil eden ofis, hastayı annenin tutma alanından çıkmaya hazır olana kadar olgunlaştırıp dönüşümü kolaylaştıran aktif bir araç olmaya devam ediyordu. Hem bir rahim hem de bir mezar olan ofisinin verdiği güvenli barınma hissiyatı o kadar güçlüydü ki, 1938 yılında Nazi işgali yüzünden Londra’ya kaçtığında, Sigmund Freud’un yeni amacı Berggasse 19’daki ofisindeki çalışma ve muayene odasının iç mekanını 20 Maresfield Gardens’ta yeniden yaratmaktı. Ofisin mimari kompozisyonunu korumak için bir duvarı kaldırarak iki odayı birbirine bağlayan mimar oğlu Ernst Freud, Berggasse 19’daki ofisi olabildiğince benzer bir şekilde düzenleyerek büyük ölçüde önceki mekansal ve mimari bütünlüğü korumuştur.

Sigmund Freud, uzun yıllar süren ağız kanseriyle mücadelesinin son bulduğu 23 Eylül 1939 tarihinde, son günlerinde yatağını dahi indirttiği, çok sevdiği kitaplarının, masasının ve antika koleksiyonlarının bulunduğu bu ofiste hayata gözlerini yumdu. Freud’un külleri, ailesinin isteği üzerine, Prenses Marie Bonaparte’ın kendisine 75. doğumgününde hediye ettiği 2300 yıllık, kırmızı figürlü Dionysos sahneleri ile boyanmış, antik bir Yunan çan kraterine yerleştirildi. Eseri çok beğenen Freud, zamanında Marie Bonaparte’a yazdığı mektupta insanın onu mezarına götürememesinin üzücü olduğunu söylemiştir. Yine de sonunda ebedi dinlenme yeri olarak onunla bir araya geldiği söylenebilir.

Sigmund Freud Mısır’a hiç gitmedi. 11 Ekim 1913 tarihinde Sândor Ferenczi, Büyük İskender’in Tanrı Amun-Ra’yla birlikte olduğu Mısır kabartmasını gösteren bir kartpostal yollamıştı. Kartpostalın üzerinde yalnızca “Tapınağın içi” yazıyordu, arkasında ise katlanılabilir eylül havasında hep birlikte oraya gitmelerini önererek “Belki gelecek yıl yaparız!” yazmıştı. Gelecek yıl yapamadılar. Ama her ne kadar fiziksel bir yolculuk gerçekleştirilememiş olsa da, Freud Mısır’a yaptığı içsel yolculukların ışığında; ofisinde, kendi tapınağının içinde, neredeyse yılllardır hazırladığı kendi mezarında, hem hastalarının hem de kendisinin anılarını sonsuza kadar korudu. 

©K. Urbaniak – Freud Müzesi, Londra