Olağanüstü koşullar, bireyleri sahip oldukları değerlerden uzaklaştırabilir mi? Normalde yasalara saygılı insanlar, grup baskısı altında kendilerini yasadışı eylemlere kaptırabilir mi? Kalabalığın gücü, bireyi inançlarıyla çelişen tehlikeli yollara sürükleyebilir mi? İnsan davranışları, bireysel akıl yürütmeden kolektif zihniyete doğru evrildiğinde neler olabilir?
Bu sorulara Gustave Le Bon’un bir sözüyle cevap vermek mümkün:
Kitle içinde bir bilim adamı ile bir kara cahil arasında hiç bir fark yoktur. İkisi de kitlenin ilkelliği karşısında benliklerini kaybeder.
Peki Le Bon haklı mıydı?
Kitle psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Fransız sosyolog ve antropolog Gustave Le Bon, 19. yüzyılın sonlarına doğru, bireylerin büyük bir kalabalığın içine girdiklerinde, rasyonel düşünme yeteneklerini kaybedebileceğini savunuyordu. Hatta kalabalığın, normal koşullarda mantıklı ve rasyonel olan insanları şiddet yanlısı olmaya iten hipnotik bir etkisi olduğunu da ileri sürmüştü. Aslında Le Bon’un bu yaklaşımı, bireyin kalabalıkla olan ilişkisini anlamaya yönelik önemli bir başlangıç noktası olabilir.
Bu perspektif, Sigmund Freud’un kitle psikolojisine dair görüşleriyle de örtüşür. Freud’a göre zaten “kitleler asla gerçeğin peşinde koşmamıştır” ve bireylerin bilinçdışı arzuları, kalabalığın yarattığı illüzyonla dışavurulabilir. Yani, birey yalnızken bastırdığı dürtülerini, kitle içinde daha kolay sergileyebilir. Freud’un bu teorisi, Le Bon’un “hipnotik etki” kavramını psikanalitik bir çerçeveye oturtarak, bireyin bilinçdışı dünyasının kalabalıkla nasıl bir etkileşime girdiğini açıklar.
Bu bağlamda, Elias Canetti de kalabalığın bireysel kimliği silikleştirerek anarşi ve düzen arasında bir gerilim yarattığını söyler. Canetti’nin 1930’larda kitle eylemlerinin her tür politik mücadelenin en önemli silahı olduğunu savunması aslında Freud ve Le Bon’un görüşleriyle örtüşür niteliktedir. Kitlelerin güçlendirdiği bu gerilim, bireylerin toplumsal eylemlere katılmasındaki itici güçlerden biridir.
Bir Cesaret Hapı Olarak Sosyal Bulaşma Teorisi
Le Bon’un ortaya attığı “sosyal bulaşma” (duygusal bulaşma) ya da “bulaşma teorisi” de tüm bu görüşleri destekleyici ve açıklayıcı bir çerçevede ele alınabilir. Sosyal bulaşma teorisi, bireylerin, tek başlarına asla cesaret edemeyecekleri ya da ahlaken kabul etmeyecekleri eylemleri, bir grubun parçası olarak gerçekleştirebileceğini söyler. Teori, sorumluluğun kalabalık içinde bölünmesinin, bireyin suçluluk ve sorumluluk duygusunu zayıflatarak bu tür eylemlere katılımını kolaylaştırdığını savunur.
Kasırgalarla nasıl tartışılmaz ise, kitlelerin dogmalarıyla da aynen böyle tartışılamaz.
Gustave Le Bon
Modern toplumda, sosyal bulaşmanın mümkün olduğu ortam sadece fiziksel kalabalıklarla sınırlı değildir; sosyal medya, sanal kalabalıklar oluşturarak benzer dinamikleri tetikleyebilir.
Örneğin, linç/iptal kültürü (cancel culture) bireylerin sosyal medyada hedef alınmasına yol açar. İptal kültürü, toplumun bir birey veya grup hakkında olumsuz bir algı oluşturduğu durumlarda, bu kişilere yönelik desteğin topluca çekilmesine, onların sosyal olarak dışlanmasına karşılık gelir. Bu süreç, genellikle kamuoyunun tepkisini çeken bir davranış veya söylem sonrasında, söz konusu kişilerin topluluklar tarafından boykot edilmesi ve sosyal medyada hedef gösterilmesi şeklinde gerçekleşir. İptal kültürü, bireylerin veya grupların kamu nezdinde itibarlarının hızla zedelenmesine yol açar, onları geniş çapta yargılamalara ve eleştirilere maruz bırakır. İptal kültürü, sosyal medyada bir linç kampanyasının başlatılmasına ve bireyin adeta dijital bir arenada kamuoyu yargısına çıkarılmasına yol açabilir.
Birçok insan, tek başına belirli bir kişiyi sosyal medyada hedef almaz; ancak başkaları tarafından başlatılan bir linç hareketine katılmakta tereddüt etmezler.
Bu, bir mağazanın yağmalanması örneğiyle paralellik gösterir. Çoğu insan, eline taş alıp bir mağazanın vitrinini kırmaz. Ya da bunu yaptıktan sonra içeriye ilk giren kişi olmaz. Ancak biri çıkıp o mağazanın vitrinini kırma cesaretini gösterirse onun arkasından onlarca insan akın eder ve bu insanlar mağazadan kucak dolusu eşya kapıp kaçmaya başlar. Herkes suçun sorumluluğunu “başkasına” atfederken, kalabalık içinde anonim kalarak yakalanma riskini azalttıklarını düşünür.
Linç kültüründe de benzer bir mekanizma işler: Bireyler, kalabalığın bir parçası olarak, hedef alınan kişiye karşı yıkıcı eylemlerde bulunabilir ve suçluluğun bu türden bölünmüş doğası, onları daha da cesaretlendirir. Ortada bir “büyük suçlu” varsa, yasa dışı davranış sadece heyecan verici olabilir.
Kitle, çobanına sadık bir sürüdür.
Gustave Le Bon
Kitle psikolojisinin bireyler üzerindeki etkisini anlamaya çalışan birçok deney, insan davranışlarının kalabalık içinde nasıl şekillendiğine dair çarpıcı bulgular ortaya koymuştur. Tıpkı Asch Deneyi gibi. Bu deney, 1951 yılında ABD’de Swarthmore College’da Solomon Asch tarafından yürütülmüştür ve bireylerin sosyal baskı karşısında nasıl kolayca etkilendiklerini göstermesi açısından çarpıcıdır. Deneye katılan bireyler, açıkça yanlış olduğunu bildikleri bir karara, çevrelerindeki insanların yanıtları doğrultusunda uyum gösterirler. Bu, insanın, bir gruba ait olma isteğinin, bireysel akıl yürütmenin önüne nasıl geçebileceğinin somut bir örneğidir.
Benzer şekilde, Asch deneyinden ilham alan ve 1961 yılında ABD’de Yale Üniversitesi’nde Stanley Milgram tarafından gerçekleştirilen Milgram Deneyi, bireylerin otoriteye karşı gösterdiği itaat ve bu itaatin sınırları üzerine çalışmıştır. Deneyde katılımcılara, diğer katılımcılara (ki bunlar aslında gerçek katılımcı değil, işbirlikçidir) yanlış cevap verdiklerinde elektrik şoku vermeleri söylenir. Tabii şoklar aslında sahtedir ancak gerçek katılımcılar bunu bilmiyordur. Sonuçta katılımcılar “otorite” figürlerinin talimatlarıyla giderek daha yüksek şiddette şoklar vermeye devam ederler.
Hayvan sürüleri kalabalıklaştıkça akıllanır; insanlar, kalabalıklaştıkça aptallaşır.
Carl Jung
Milgram Deneyi, otorite karşısında bireylerin nasıl vicdanlarını bir kenara bırakıp itaat ettiklerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermiştir. Katılımcılar, otorite figürlerinden gelen talimatlar doğrultusunda başkalarına zarar vermeyi kabul etmiş, normalde asla yapmayacakları şiddet dolu eylemlerde bulunmuşlardır. Bu deneyler, bir grubun ya da otoritenin etkisi altında bireylerin, değerleriyle çelişen davranışlar sergileyebileceğini göstermiştir.
Ortak Bir Kimlikte Kitleselleşmek
Birinin, o an parçası olduğu büyük bir grubun yasa dışı davranışına katılıp katılmaması, büyük oranda, etrafındaki insanlarla aynı kimliği paylaşıp paylaşmamasına bağlıdır.
Eğer kişi, içinde bulunduğu grubun üyeleriyle kendini “özdeşleştirebiliyorsa”, yani onlarla (herhangi bir alanda) ortak bir kimliğe sahipse, onların gerçekleştirdiği her eylem kolaylıkla kabul edilebilir, hatta “iştirak edilebilir” hale gelecektir. Paylaşılan kimlik, siyasi görüşle, yaşam biçimiyle, etnik kökenle ya da tutulan takımla ilgili olabilir. Önemli olan kimlik ortaklığının herhangi bir alandaki “ortak duruşu” içermesidir.
İnsanlar ekranda, sahip oldukları değer yargılarıyla bütünüyle çelişen herhangi bir rol gördüklerinde genellikle asla böyle bir şey yapmayacaklarını, örneğin asla birinin canına ya da evine barkına zarar vermeyeceklerini düşünür. Çünkü bu tür davranışların sosyal olarak “istenmediğini” bilirler. Ancak ekranda görülen o kurgusal durumun bizatihi içinde olduklarında, yani olayların öznesi konumuna geldiklerinde işler değişebilir. Bu noktada bireysel davranışlar ve seçimler, kitle psikolojisine kurban gidebilir.
Kitle Psikolojisine Karşı Nasıl Bağışıklık Kazanılır?
Her ne kadar kimi zaman insanlar kitle dinamiklerinin baskısına direnmekte başarısız olsalar da, zayıf yönlerinin farkında olup sahip oldukları değerlerlere tutunarak ve herhangi bir kitle içindeyken yaşanabilecek alternatif senaryolara hazırlıklı olarak, daha kontrollü, sağduyulu ve öngörülü olmaya odaklanabilirler.
Günümüzde bizi tehdit eden tehlikenin doğadan gelmediğini, insan ve kitle ruhundan kaynaklandığını apaçık görüyoruz. Tehlike, insanın ruhundan kopmuş olmasında…
Carl Jung
Kitle psikolojisine karşı bağışıklık kazanmanın yolları arasında, bireysel farkındalığın ve kritik düşüncenin geliştirilmesi öne çıkar. Kişi, kendi iç dünyasında sağlam bir kale oluşturmanın önemini fark etmelidir. Bireyin kendi değerleri ve inançları konusunda derin bir anlayışa sahip olması, kitlelerin baskısına karşı bir kalkan görevi görebilir. Bu, bireyin sadece fiziksel değil, zihinsel olarak da kalabalıklardan bağımsız düşünebilme kapasitesini geliştirmesi gerektiğini gösterir.
Kalabalık bir aynadır; birey, bu aynada kendi suretini ararken, yavaşça başkalarının yansımasına dönüşebilir. Belki de önemli olan, bu geçişi fark etmek ve bu bulanık yansımada kendini kaybetmemek için sınırlarını çizebilmektir.