Sürrealist hareketin lideri André Breton, gerek politik tutumu ve paraya olan düşkünlüğü, gerekse abartılı dikkat çekme çabalarından dolayı, Salvador Dali için Avida Dollars (Dolar Heveslisi) anagramını çıkardığında, Dali’nin cevabı “Sürrealizm benim!” olmuştur. Dali söz konusu olduğunda onu her koşulda ilgi odağı haline getiren cüretkar ve aykırı üslubunu hepimiz az çok biliyoruz. Ama bu yazının konusu sürrealizm denilince herkesin aklına gelen Dali değil, tam tersi bir o kadar gölgede kalan bir isim. Tuvalleri kadar cesur ve rüya gibi bir hayat yaşayarak her türlü sınıflandırmaya meydan okuyan ve 20. yüzyıl sanatının sürekli değişen manzarasında kendi yolunu çizen bir ressam: Georges Malkine.
Öyle ki; Malkine, yine aynı André Breton’un olağanüstü Sürrealist Manifesto’sunda birbirinden etkileyici yazarlar arasında, adı hareketin kurucu üyelerinden biri olarak geçen tek görsel sanatçı.
1898’de Paris’te doğan Georges Malkine sadece bir ressam değil, aynı zamanda sürrealist ruhun yaşayan bir örneğidir. Dünya çapında birer kemancı olan Danimarkalı annesi lngeborg Magnus ve Rus babası Jacques Malkine’den aldığı ilhamla çocukluğundan itibaren sanata yatkın olan George Malkine, prestijli Lycée Condorcet’ye gider. Ancak çalışmaları Birinci Dünya Savaşı nedeniyle kesintiye uğrar. On dokuz yaşında askere alınan ve cephede ambulans sürerken yaralanan Malkine, Paris’te gönderildiği hastanede Apollinaire ile tanışır.
Gelişim yılları savaşın potasında şekillendirilen Malkine, Birinci Dünya Savaşı’nın dehşetine ilk elden tanık olarak sanatsal vizyonunu sonsuza dek melankolik bir gerçekçilikle renklendirir. Savaş sonrası dünyanın belirsizliklerini aşmak ve kaygılarını işlemek için teselliyi resimde bulur. Tuvale yansıttığı, savaş travmasının sanata dönüştüğü, bohem meydan okumanın felsefi iç gözlemle buluştuğu bir dışavurumdur. Çok geçmeden, gelişmekte olan sürrealist hareketin bilinçdışını ve rüya gibi olanı keşfetmesiyle, hareketle kendi arasında bir benzerlik bulur. Ancak fantastik olanın tadını çıkaran çağdaşlarının aksine, onun sürrealizmi kişisel bir gerçekliğe dayanır. Savaş anılarını, parçalanmış anlatıları ve felsefi düşünceleri tuvallerine işleyerek unutulmaz derinlikte rüya gibi görüntüler yaratır.
1920’de annesinin ölümü üzerine Afrika’yı dolaşmak üzere Paris’ten ayrılan Malkine, 1921’de beş parasız geri döndüğünde, sokakta kravat satarak, İngilizce metinleri çevirerek, konçertoları yazıya dökerek ve redaksiyon yaparak para kazanır. Zaten Jacques Prévert, Marcel Duhamel ve Yves Tanguy ile arkadaş olan Malkine, 1922’de Robert Desnos’la da tanışır. Kısa sürede arkadaş olup sonunda Rue Blomet’de bir daireyi paylaşmaya başlarlar.
Alışılmışın Dışında Bir Sürrealist
Malkine’in resimleri ve çizimleri, 1925-1928 yılları arasında Paris’teki Sürrealist sergilerde Giorgio de Chirico, Max Ernst, André Masson, Joan Miró ve Man Ray’in eserleri ile birlikte sergilenir. Malkine’in 1927’de Galerie Surrealiste’deki tek kişilik sergisi büyük bir başarı elde eder, neredeyse tüm eserleri satılır. Aynı yıl Desnos’un Sevgisiz Geceler Gecesi için illüstrasyonlar üzerinde çalışmaya başlar. Sürrealistlerin saflarındaki tasfiyeler karşısında hayal kırıklığına uğrayan Malkine, başarısının meyvelerini toplamaktansa Tahiti’ye giden bir tekneye biner. Orada hindistan cevizinden takılar yapar, kutsal törenlere katılır. Bir yolcu gemisinde kadırga ustası olarak çalışarak Paris’e döner ve daha sonra yine uzaklara, voodoo ritüellerine katıldığı Haiti’ye gider.
Sürrealizmi erken benimsemesine rağmen, 1930’larda hareketteki resmi üyeliğinden vazgeçer. Bu sıralarda ciddi afyon bağımlılığı onun birincil faaliyeti haline gelir ve neredeyse sonraki 20 yıl boyunca sanat yapmayı tamamen bırakır. Farklı ortamlardaki her arayışı onun yaratıcı vizyonunu körükleyerek, hayatının rüya sekansları gibi öngörülemez bir zenginlikte gelişmesini sağlar. Malkine, bir ressamdan çok daha fazlasıdır. Malkine’in sanatsal çabaları sadece tuvalle sınırlı kalmayı reddeder, aynı zamanda film yapımcılığı ve oyunculukla uğraşır. Hatta “A bord du Violon de mer” adlı fantastik bir romanı bile kaleme alır. Bu sanatsal çok yönlülük sadece bir heves değil, onun doyumsuz merakının ve gerçeküstü olanı çeşitli açılardan keşfetme arzusunun bir yansımasıdır.
1933’ten 1939’a kadar Malkine, aralarında Billy Wilder’ın Mauvaisegrane, Jean Gabin ve Michèle Morgan’la birlikte rol aldığı Jean Gremillon’un Remorques’unun da bulunduğu yirmiden fazla filmde oynar. 1939’da tekrar askere alınır, ancak 1940’ta sağlık nedenleriyle terhis edilir. 1941’de Direniş’e katılır ama iki sene sonra Gestapo tarafından yakalanır ve 1943-1944 yılları arasında Wannsee ve Dachau’daki kamplarda zorlu zamanlar geçirir. Savaştan sonra kendisinden çok daha genç olan eşi Sonia Malkine ile evlenir ve böylelikle 1930’ların başından beri resim yapmayan Malkine, adeta içindeki sanat ateşini tekrar alevlendirecek ilham kaynağını bulmuş olur.
1948’de Amerika kıyılarına gelen Malkine, 1953-1966 yılları arasında Woodstock’ta yaşar ve burada 1920’lerde olduğundan daha büyük bir yoğunlukla yeniden resim yapmaya başlar. 1966’da son kez Paris’teki eski dostlarını ziyaret etmeye karar verir ve on beş yıllık bir aradan sonra coşkuyla karşılanır. Bu süreçte sanat tarihçisi Patrick Waldberg’in yardımıyla birçok başarılı sergi açar. Bir yaratıcılık patlamasıyla, ikinci en üretken döneminde yüzün üzerinde resim yapar.
Resimlerini Ateşe Veren Adam Malkine
Karmaşık bir karakter olan Malkine, kendi kafasında çözmek istediği düğümleri tuvale yansıtmak suretiyle onları somutlaştırmak ister. Ama tuvalde gördüklerinin, kafasından geçenlerle bir olmadığını gördüğünde de onları ateşe vermekten de kaçınmaz. Yeri gelir, sanatını doğru temsil etmedikleri için hayatının farklı dönemlerinde iki kez resimlerini ateşe verir. Birinde kez 20’li yaşlarında henüz sürrealistlerle henüz tanışmamışken, diğerinde ise 50’lerde Shady’deyken resimlerinin daha gerçekçi hale geldiğini görüp kendisini ve resmetmek istediklerini yansıtmadığı için. Bu onun hatırlanmak isteyeceği şey bu değildir. Sil baştan tüm eserlerini yakmak gibi bir temizliğe girişmek, her sanatçının yapabileceği bir eylem değildir. Bu aslında onun için sürrealizmin sadece bir tarz değil, bir yaşam biçimi, gerçekliğin sürekli sorgulanması ve sıradan olanın içinde sıra dışılığın peşinde koşma olduğunu hatırlatır bize.
Mükemmel Sürrealist Eylem
Katkılarına ve harekete olan sarsılmaz bağlılığına rağmen Malkine, yaşamı boyunca büyük ölçüde tanınmadan kalır. Sürrealist lider André Breton, onu “mutlak gerçeküstücülük eylemleri gerçekleştiren” bir sanatçı olarak överken, Malkine’in çalışmaları genellikle hareketin daha önde gelen isimlerinin gölgesinde kalır. Aslında Malkine’in “mükemmel sürrealist eylemi”, onun kasıtlı olarak kendini gizlemesine kadar uzanır. Kişisel terfiye yönelik sarsılmaz bir küçümseme içinde olan Malkine, bir nevi tarihteki yerini hesaplı bir şekilde reddederken şöyle der:
Çağdaşlarımın dikkatinden kaçmak için elimden gelen her şeyi yaptım.
İki dünya savaşını ve ortasındaki buhranı bizzat deneyimleyen ve yine de resim yapmaya devam eden Malkine’in az bilinen nadir bir tür gibi, istediği zaman istediği güneşin altında çiçek açmayı tercih etmesi onu diğer sürrealistlerden ayıran saf bir özgünlük yaratır. Onun dünyasına mercek tuttuğumuzda sadece yetenekli bir sanatçıyı değil, aynı zamanda gerçekten sürrealist olmanın ne anlama geldiğinin özünü somutlaştıran bir birey görürüz.
Bunu belki de en iyi şekilde, George Malkine’in üç kızından biri olan Fern Malkine-Falvey özetliyor.
Eğer bazı şeyleri açıklayabilseydi, onları boyamak için hiçbir nedeni olmazdı. Görmek istediği şeyleri başka hiçbir yerde bulamadığı için kendisi çizdi. Kafasının içindeydiler ve onları görmek istiyordu.
Onları kafasının dışında, tuvalde görmek istediği için şanslıyız, bu sayede biz de bu esrarengiz, rüya gibi sahnelere tanıklık edebiliyoruz.