Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Mekânın Şiirselliği: Psikocoğrafya ve Edebiyat

Tüm şehirler jeolojiktir; efsanelerinin tüm saygınlığını üzerinde taşıyan hayaletlerle karşılaşmadan üç adım bile yürüyemezsiniz. Kent simgeleri bizi sürekli olarak geçmişe doğru çeken örtük bir manzaranın içinde hareket ediyoruz.- Ivan Chtcheglov (Nam-ı diğer Gilles Ivain)

Mekânların geçmiş zamanların tozunu üzerlerinde taşımak gibi bir kabiliyetleri vardır. Geçmişin izlerini ve şimdinin yapılarını bir arada barındıran şehir mekânları, bilinçsiz bir şekilde şehir karşısındaki duygularımızı da şekillendirir. Modern şehir, insanların davranışlarını, alışkanlıklarını, sosyal ilişkilerini, düşünce biçimlerini ve duygusal yönelimlerini büyük ölçüde etkileyecek bir güce sahiptir. 

Sokakları, binaları ve kamusal alanları, keşfedilmeyi bekleyen gizli anlamlarla dolu şehrin insan üzerindeki bu etkisi, 1950’lerde Sitüasyonistler tarafından şehir ile insan arasındaki ilişkilerin bireysel anlatılarla yeniden kurulmasını hedefleyen bir mücadele taktiği olarak “Psikocoğrafya” adı altında tanımlanmıştır. 

Sitüasyonist hareketin önde gelen isimlerinden olan Guy Debord, psikocoğrafyayı bilinçli olarak düzenlenmiş olsun veya olmasın, coğrafi çevrenin kesin yasalarının ve belirli etkilerinin incelenmesi olarak tanımlamıştır. Buna göre, çevrelerin bireylerin davranışlarını ve duygularını nasıl etkilediğini algılamak ve aksine yeni bir davranış biçimi olasılığı yaratan yeni ortamların nasıl yaratılacağını keşfetmek için günümüz şehirlerinin aktif olarak gözlemlenmesi gerekir.

Psikocoğrafya kavramının kentteki uygulama yöntemi olan sürüklenme anlamına gelen dérive ise, bireylerin kentsel alanda gerçekleştirdikleri, adeta sürüklendikleri başıboş gezintilerdir. Kenti adımlayarak deneyimlemeyi vurgulayan hareket, bu başıboş sürüklenmeler ile gerçekleşen yön kaybı, beklenmedik karşılaşmalar ve duyularımızın keskinleşmesi neticesinde şehri alışık olmadığımız bir metin olarak yeniden okumaya teşvik eder. Bu sayede, tekrarlanan eylemler ve izlekler yüzünden çevre algımızın körelmesine neden olan geç kapitalizmin hızlandırılmış temposuna karşı bir direnç olarak şehirle yeni bağlantılar kurmamızı sağlar ve modern yaşamın bizi duyarsızlaştırdığı şehrin katmanlarına bu sefer yeni ve tamamen sezgisel bir bakış atma imkanı tanır.

Debord, bu yeni bakışın potansiyellerini ve şehir mekânlarının yansıttığı farklı ruhsal atmosferleri şöyle dile getirir:

Birkaç metre boşlukla birlikte sokakların aniden değişen havası; bir şehrin farklı ruhsal atmosferlerinin olduğu bölgelere bariz bir şekilde bölünüşü; amaçsız (toprağın fiziksel şekliyle hiçbir ilişkisi olmayan) gezintilerle istemsizce izlenen en dirençsiz yol, belli yerlerin çekici ya da itici karakteri; tüm bunlar ihmal edilmiş gibidir. Ne olursa olsun; özenli bir analiz tarafından ortaya çıkarılabilecek sebeplere dayanarak asla öngörülememiş ve hesaba katılmamıştır. İnsanlar, bazı çevrelerin kasvetli ve bazılarının da huzurlu olduğunun biraz da olsa farkındadır. Fakat insanlar, genel olarak zarif sokakların tatmin duygusuna yol açtığının ve yoksul sokakların ise bunaltıcı olduğunun açık ve samimi bir şekilde farkına vardıklarını kabul etmiş ve durumu bu şekilde ele almışlardır. Aslında sonsuz sayıdaki karışım içinde birbirine benzeyen saf kimyasalların harmanlandığı ortamın mümkün olan tüm kombinasyonlarının çeşitliliği, herhangi bir manzaranın farklı bir biçiminin yapabileceği kadar farklı ve karmaşık algılara sebep olabilir.

Şehri Bir Metin Olarak Yürümek

Michel de Certeau, “Gündelik Hayatın Keşfi”nde gündelik hayatta toplumsal temsilin ve davranış biçimlerinin mekânsal mantığını araştırken, bireylerin siyaset ve kültürel tüketimin her yere nüfuz eden güçlerinden kendi özerkliklerini geri kazanmaları için kullanabileceği taktikleri açıklar. Certeau şehre, sakinleri tarafından yazılan bir metin olarak bakar ve onun semiyotik açılımlarını okumaya çalışır. Ona göre şehir mekânları yürüyen insanların sayısız eylemleri tarafından yaratılan retorik alanlardır. Yoldan geçenlerin izlediği yörüngeler, kısayollar ve sapmalar aslında ifade ve üslup figürlerinin dönüşleridir. Herhangi bir belirli yörünge veya sapma, emrindeki biçimsel mekânsal olasılıklardan öngörülemez bir yol, uzun bir yürüyüş şiiri oluşturur. “Konuşma eylemi dil için ne ise, yürüme eylemi de kentsel sistem açısından odur” diyen Certeau, yayaların aslında çizdikleri rotalar ve yürüdükleri parkurlar aracılığıyla kentsel hikayeler anlattıklarını dile getirir. 

Certeau, kentsel alandaki güç dinamiklerini anlamak için strateji ve taktik kavramlarını tanıtır. Güçlü kurumlar ve şirketler panoptik bir bakış açısıyla şehri kontrol etmek ve şekillendirmek için stratejiler uygularken, bireyler günlük eylemleriyle taktiksel bir direniş içindedir. Certeau, bu stratejik düzenin karşısında, insanların gündelik yaşamlarında sergilediği taktiklere odaklanır. Yürüyüş, bu taktiklerin en temel örneklerinden biridir. Certeau’ya göre yürüyüş, bireylerin kendi ritimleri ve keşifleriyle kentsel alanı geri almalarına izin veren, egemen düzene bir meydan okuma biçimidir.

İnsanlar ortak bir amaç için birleşip kamusal bir alanda yürüdüklerinde, bu yürüyüş bazen kitlesel bir direniş eylemi, kamusal alanda gerçekleştirilen politik bir eylem biçimini alır. Rebecca Solnit, birlikte yürümenin yıkıcı eyleminin o kadar güçlü, vatandaşlık ve demokrasi için o kadar merkezi olduğunu söyler ki, dışarıda olma veya gruplar halinde toplanma hakkı, ciddi politik kopuş zamanlarında veya baskıcı hükümetler altında genellikle ilk iptal edilen şeydir.

Böylelikle yürüyüş, insanların gündelik hayattaki özgünlüklerini ve dirençlerini gösterdiği bir alan olarak öne çıkar. Bu nedenle, kentleri anlamak ve dönüştürmek isteyenler için yürüyüşün incelenmesi büyük önem taşır. Günümüzde şehirdeki mesafelerin yalnızca arabalar tarafından kat edilmesi, mekânın buluşma yeri özelliğini yitirmesine ve diğer duyulara kapalı olarak yalnızca görme duyusuyla algılanmasına yol açar. Sürücünün mekânik ve rota odaklı bir şekilde yalnızca güzergahındaki işine yarayan tabelaları ve trafik lambalarını gördüğü bu yolculukta, mekân artık tabela ve sinyallere indirgenerek soyutlanır. Kentin gerçek görünümü, diğer duyulara hitap eden dokusu, kokusu ve sesleri bir gösterge ağı içerisinde kaybolur.

Oysa yürümek, kentsel metni okumak ve yeniden yazmak anlamına gelir. Belki de hepimizin özünde yayalar olduğumuz fikrini en iyi tanımlayan terim flâneur’dür. Flâneur sadece şehirde sürüklenmekle kalmaz, aynı zamanda ona tanıklık eder ve yanıt verir. Flâneur, gözlemci konumuna rağmen, aynı zamanda kentsel alanın uygulayıcısıdır; hareketleri ve bedeniyle bilinçsizce kentsel hikayeler yazar.

Paris Street Rain Day – Gustave Caillebotte, 1877

Flâneur: Bir Kent Gözlemcisi 

Kelimenin tam anlamıyla ama eksik bir şekilde gezgin ya da aylak olarak tercüme edilen Flâneur terimi, ilk olarak Charles Baudelaire tarafından 1863’te, Le Figaro’da yayımlanan “Modern Hayatın Ressamı” adlı yazısında şu şekilde kullanılmıştır: 

Kalabalık onun alanıdır, tıpkı havanın kuşun, suyun da balığın alanı olması gibi. Tutkusu ve mesleği kalabalığa karışmaktır. Mükemmel bir aylak için, tutkulu bir gözlemci için, kalabalığın, gelgitlerin, telaşın, geçiciliğin ve sonsuzluğun içinde yer edinmek muazzam bir keyif kaynağı haline gelir. Evden uzakta olmak ve yine de her yerde kendini evinde hissetmek; dünyayı görmek, dünyanın tam merkezinde olmak ve yine de dünya tarafından görülmemek, dilsel tanımlara kolayca uyum sağlamayan bağımsız, yoğun ve tarafsız ruhların küçük zevklerinden bazılarıdır. 

Baudelaire flâneur kavramını, Edgar Allan Poe’nun 1840’da yazdığı, kendisinin de sonradan çevirdiği “Kalabalıkların Adamı” adlı dedektif öyküsünden esinlenmiştir. Baudelaire ve daha sonra Walter Benjamin, özellikle Poe’nun hikayesini, yeni bir kentsel biçimin başlangıcı ve kalabalığın içinde bağımsız bir gözlemci olan soyutlanmış ve yabancılaşmış figürün bir kanıtı, modern şehrin bir simgesi olarak ele almışlardır.

The Man of the Crowd – Harry Clarke

Dönemin Belediye Başkanı Haussmann tarafından Paris’te başlatılan kentsel dönüşüm sonrası kalabalıkların akın ettiği yenilenen geniş caddeler, geniş kaldırımlar ve pasajlar flâneur için bulunmaz bir imkandı. Kendisini içinde bulunduğu toplumda tedirgin hisseden flâneur, yine de yalnızca o kalabalığın içinde var oluyormuşcasına, yalnızlığını dahi tek başına değil, kalabalığın içinde yaşamak ve görülmeksizin görmeyi ister. Benjamin, flâneur’ün işi gücü olmayan bir insanın kişiliğine bürünerek gezindiğini, böylelikle hem insanları birer uzman yapan iş bölümünü hem de iş güç peşinde koşan insanları protesto ettiğini belirtir ve bunu kaplumbağa imgesiyle özetler:

1840’larda pasajlarda kaplumbağa gezdirmek, bir süre için kibarlığın gereklerinden sayılmıştı. Flâneur, kendini kaplumbağaların temposuna uydurmaktan hoşlanırdı. Eğer ona kalsaydı, ilerlemenin böyle adımlarla sürmesini isterdi.

Passage des Princes

Ama modernitenin beraberinde getirdiği toplumsal dönüşümler şehrin çehresinin değişip flâneur’ün evi olarak gördüğü pasajların önemini yitirmesine ve kalabalığın adamının sonunun gelmesine sebep olmuştur. Böylece modernitenin yarattığı pasajların başıboş gezgini, yine onun hezimetine uğrayarak kabuk değiştirir ve bir dahaki sefere dönüşüm geçirerek kent kaşifi kimliği ile karşımıza çıkar. 

Edebi Bir Karakter Olarak Şehir

Her ne kadar başıboş şehir gezintileri söz konusu olduğunda akla ilk olarak ikonik flâneur imgesi gelse de, aslında şehirde dolaşma eyleminin sıklıkla kişinin içsel düşünme yolculuğuna dönüşmesi her zaman edebiyatın öne çıkan konularından biri olmuştur. Psikocoğrafya terimi daha ziyade kentsel ortamların edebi temsili hakkında bize teorik bir çerçeve sunarken kentsel alanların ötesinde, kırsal ve doğal ortamlar hakkındaki anlayışımızı da zenginleştirebilir. Antik Yunan pastoral şiirlerinden romantik şairlerin doğayı yüceltmelerine kadar, birçok yazar uzun zamandır insan ve onu çevreleyen mekân arasındaki etkileşimi araştırmıştır. Örneğin, William Wordsworth ve Samuel Taylor Coleridge gibi romantik şairler, doğayı ruhsal yenilenme ve saf bir güzellik kaynağı olarak yücelterek doğanın insan duygusunu etkileme gücünü vurguladılar. Eserleri açıkça psikocoğrafik olmasa da, birey ile çevre arasındaki ilişkinin sonraki araştırmaları için zemin hazırladı.

Kendisi de William Wordsworth’un bir hayranı olan Thomas De Quincey, “Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin İtirafları” (1821) adlı eserinde, kendini şehrin labirentinde, zihninin labirentinde bulduğunu belirtir ve rotasını bulmak için şehirde denizcilik prensiplerini kullanır:

Bu başıboş dolaşmaların bir kısmı bana çok büyük mesafeler sağladı: bir esrarkeş için zamanın devinimini gözlemlemek oldukça mutluluk vericidir. Ve bazen denizcilik ilkelerine göre gözümü kutup yıldızına sabitleyerek ve dışarıya yaptığım seyahatlerde katlanmış olduğum bütün kara parçalarının ve burunların etrafını gemiyle dolaşmak yerine, hevesli bir şekilde bir kuzey-batı geçişi arayarak eve doğru yönelmeye kalkıştığımda, birdenbire öylesine arapsaçına dönmüş dar sokaklarla karşılaştım, öylesine esrarengiz girişlerle ve geçiti olmayan sokakların öyle gizemli muammalarıyla karşılaştım ki, bir zorunluluk olarak hamalların küstahlığını önlemeyi ve at arabacılarının akıllarına durgunluk vermeyi göz önünde bulundurdum. Bazı zamanlar neredeyse bilinmeyen bu toprakları ilk keşfeden ben olmalıyım diye düşündüm ve modern Londra haritalarında yer alsalar bile şüphelendim.

De Quincey’nin kullandığı esrar onu uyuşturmaktansa, fantastik bir algı ve gözlem eşliğinde şehirde gece yürüyüşlerine teşvik etmiş; Edgar Allan Poe ve Charles Baudelaire gibi yazarları etkileyerek, flâneur figürünün oluşmasına katkı sağlamıştır. 

Merlin Coverley “Psikocoğrafya” adlı eserinde, Daniel Defoe’nun Londra’yı bilinmeyen bir labirent ve şehrin daha sonraki gotik sembollerinin temelini oluşturacak ayrıntılı bir plan olarak betimleyerek psikocoğrafya tarihine büyük katkıda bulunduğunu belirtir. Romanı “Robinson Crusoe”, gözlemlerini rapor etmeden önce şehirde bir uçtan öbür uca amaçsızca hareket eden kendi kent gezgini figürü ile, şehrin topografyasının, yazarın hayalgücü aracılığıyla yeniden şekillenip bir suç, sefalet ve karanlık bir şehir olarak çizildiği ve De Quincey, Robert Louis Stevenson ve Arthur Machen gibi yazarların da izinden gittiği, bir Londra yazıları geleneğini başlatır. Kentsel edebiyatın öncülerinden biri olarak kabul edilen Charles Dickens da, “Kasvetli Ev” ve “Oliver Twist” gibi romanları ile Londra’yı devasa ve karmaşık bir varlık olarak canlı bir şekilde tasvir eder. Dickens’ın Londra’sı, sisli sokakları, hareketli pazarları ve kirli ara sokaklarıyla insan durumunun karmaşıklıklarını yansıtan adeta kendi başına bir karakterdir. 

Bir an için Londra’nın bu gotik ve tekinsiz tasviri göz önünde bulundurulduğunda, on dokuzuncu yüzyıl Paris’inin zarif pasajlarının, amaçsız gezinmeleri bir sanat biçimine dönüştüren flâneur için daha uygun olduğu düşünülebilir. Coverley, Breton’un “Nadja”sının ve Aragon’un “Paris Köylüsü”nün öncü -sitüasyonistlerin eylem halindeki psikocoğrafya anlayışının en net tarifi olduğunu belirtir. Şehrin yıkılışıyla yüzleşen flâneur artık tarafsız bir gözlemci olarak bir kenarda duramaz çünkü şehrin yıkılışı bunun tam tersini yapmasını gerektirmektedir ve sokakları geri kazanmak adına çok geçmeden mücadele etmeye başlamıştır.

19. yüzyılda kentleşmenin yükselişi ve onu takiben gelen modernizm, bu ilişkiye yeni bir boyut kattı ve şehirler birçok edebi eserin merkezine oturdu. Virginia Woolf’un I. Dünya Savaşı sonrası Londra’sının arka planında karakterlerinin içsel yaşantılarını ele aldığı “Mrs. Dalloway” adlı eseri, bilinç akışı tekniği ile modern kentsel yaşamın parçalı doğasını yakalar. Şehrin sürekli hareketi ve gürültüsü, karakterlerin düzensiz düşüncelerini ve anılarını yansıtırken, Londra’nın dinamik ve çok yönlü bir varlık olarak tasvir edilmesi, kentsel çevrenin bireysel psikoloji üzerindeki etkisini vurgular.

Nitekim James Joyce’un Odysseus’un epik yolculuğunu sıradan bir Dublin gününe dönüştüren eseri “Ulysses” de, şehir sadece bir mekân değil, neredeyse yaşayan ve nefes alan bir organizmadır. Şehrin sokakları, barları ve simgeleri, en az onu yaşayan insanlar kadar canlı bir karakterdir. Ulysses’i hepimizin borçlu olduğu ve kaçamayacağı bir kitap olarak adlandıran T.S. Eliot’ın “Çorak Ülke” adlı eseri ise, şehri ruhsal çoraklık ve parçalanmışlık yeri olarak tasvir eder. Modernist dönemin önemli metinlerinden biri olan şiir, modern kentsel yaşamın kaotik deneyimini ve 20. yüzyılın varoluşsal krizlerini yansıtır.

Günümüzde mekân-insan etkileşimini elen alan postmodern metinler arasında dikkat çekenlerden biri de Italo Calvino’nun “Görünmez Şehirler” adlı eseridir. Marco Polo ve Kubilay Han arasındaki hayali diyaloglar aracılığıyla kentsel mekânların postmodern bir keşfini sunan romanda, Polo’nun tasvir ettiği her şehir aslında insanın arzuları, korkuları ve anılarının metaforik bir yansımasıdır.

Şehri yalnızlık üreten bir makine gören Don DeLillo’nun “Beyaz Gürültü” ve “Kozmopolis” gibi romanlarında ise şehir, medya imgeleri ve tüketim kültürüyle dolup taşan hiper-realist bir ortam olarak tasvir edilir. DeLillo’nun karakterleri, gerçeklik ve simülasyon arasındaki sınırların bulanıklaştığı bir dünyada gezinir. Eserlerindeki kentsel manzara, çağdaş yaşamın yabancılaşma ve şaşkınlığını göz önüne sererken, psikocoğrafyayı postmodern bir bağlamda ele alır.

Nihayetinde şehir, farklı zamanlarda üst üste yazılmış ve sayısız kez silinmiş bir palimpsest gibidir. Edebiyat ve psikocoğrafya aracılığıyla sürekli değişim halindeki bir şehirde kaybolmaya yüz tutmuş hikayelerin izini sürerken, bir yandan da henüz daha yazılmamış hikayelerin yankıları tarafından çağırılırız. Bir dahaki sefere bu seslere kulak verip, kendimizi şehrin sokaklarına vurduğumuzda, belki de ayaklarımızın altındaki taşlara yazılmış bir yeraltı metnini açığa çıkarabiliriz.