Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Kapitalizmden Sıkılanlar İçin Sitüasyonist Yaşam Rehberi

Sitüasyonist Enternasyonal 1957’de “International Movement for an Imaginative Bauhaus”( Hayalci bir Bauhaus için Enternasyonal Hareket), “The Lettrist International” (Lettrist Enternasyonal)  ve “The London Psychogeographic Society” (Londra Psikocoğrafya Topluluğu) olarak adlandırılan birkaç grubun birleşmesiyle oluşan politik ve sanatsal bir gruptur. Ana felsefeleri, kendileri tarafından “kolektif olarak düzenlenmiş üniter bir atmosfer ve olaylar oyununun somut ve bilinçli bir şekilde inşa edildiği bir yaşam anı” olarak tanımlanan durumların yaratılmasıdır. Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” ve Raoul Vaneigem’ın “Gündelik Hayatta Devrim” adlı eserleri hareketin en önemli metinleri olarak kabul edilir.

Guy Debord ve Raoul Vaneigem, 1962

Felsefelerini kendi ağızlarından şu şekilde dinleyebiliriz:

Bizim ana fikrimiz durumların inşa edilmesidir, bir başka deyişle, hayatın anlık ambiyanslarının somut bir şekilde inşa edilmesi ve onların üstün bir tutkulu niteliğe dönüştürülmesidir. İki bileşenin sürekli etkileşim içinde olduğu karmaşık faktörlere dayalı sistematik bir müdahale geliştirmeliyiz: Hayatın maddi çevresi ve bu çevrenin ortaya çıkardığı ve kökten değiştirdiği davranışlar.

SE’ye göre çağdaş yabancılaşmanın ana özelliği ve belirtisi, meta biçiminin muhteşem derecede tanrılaştırılmasıdır. 20. yy Marksist eleştirisinde “şeyleşme”, metalaşma kavramıyla aynı doğrultuda ilerlerken, bu iki kavram bir araç ve amaç mantığıyla bütünleştirilmiştir. Bir nevi şeyleşme, metalaştırma için temel teşkil eder. Lukács “şeyleşme” kavramını şöyle ifade eder:

İnsanın kendi faaliyetinin, emeğinin, kendisinden bağımsız ve nesnel, giderek, insana yabancı bir özerklik yüzünden onu kontrol altına alan bir şeye dönüşmesidir. Öznel açıdan bir insanın faaliyeti kendisinden yabancılaşır ve bir mala dönüşür.

Meta, sitüasyonist eleştirinin merkezinde adeta kabuk değiştirerek “gösteri” adı altında yeni bir kılığa bürünür. Hareketin önde gelen ismi Guy Debord’un Gösteri Toplumu’nun ilk tezi, Marx’ın “Metalar ve Para” hakkındaki bölümünün ilk cümlesini yeniden ifade eder ve Marx’ın “meta” sözcüğünün yerine gözden geçirilmiş “gösteri” kavramını koyar: 

Tüm yaşamı modern üretim koşullarının hüküm sürdüğü toplumlarda, doğrudan yaşanılan her şey bir gösteriye dönüşmüştür.

Marx’a göre belirli bir eşiği aşan para birikimi kapitale dönüşür. Debord’a göre ise belirli bir eşiği aşan kapital birikimi görüntülere dönüşür. Yabancılaşmanın, hiyerarşinin ve katılımsızlığın doruk noktası olarak gösteri, yarı otomatik temsiller aracılığıyla insan etkinliğinin yönetimi için tam bir makinedir. Birey kendi jestlerinin artık kendisine ait olmadığı, aksine bunları kendisine gösteren başka birinin jestleri olduğu pasifize bir duruma sürüklenir. Gösteri, izleyicinin düşünülen nesneden yabancılaşması ve ona boyun eğmesi aracılığıyla ve aynı zamanda astların karar vericilerden ayrılmasıyla var olur. Debord’a göre gösteri, toplumsal yaşamın hakim modelini özetlerken, biçimde olduğu kadar içerikte de, mevcut sistemin koşulları ve amaçları için tam bir gerekçelendirme işlevi görür.

Sitüasyonistlere göre statik ideolojiler de, ne kadar doğru olurlarsa olsunlar, kapitalist toplumdaki diğer her şey gibi, katılaşma, fetişleştirilme ve sadece pasif bir şekilde tüketilecek bir şey daha haline gelme eğilimindedirler. Debord bunu şu şekilde ifade eder:

Poetik nesneleri ve objeleri çoğaltmalıyız ve bu poetik nesnelerin kullanımını sıklaştırmak için onların kullanıldığı oyunlar düzenlemeliyiz. Bu bizim esas itibariyle geçici olan tüm programımızdır. Durumlarımız bir gelecekten uzak, kısa ömürlü olacaktır. Geçiş koridorları. Bizim tek merakımız gerçek hayattır; sanatın ya da başka bir şeyin sürekliliği ile zerre kadar ilgilenmiyoruz. Sonsuzluk bir insanın eylemleriyle bağlantılı olarak tasavvur edebileceği en hantal düşüncedir.

Dolayısıyla sitüasyonistler sanat kurumunu militan bir şevkle reddedip yalıtılmış sanat eserinin artık eleştirel bir potansiyele sahip olmadığını savundular. Bu nedenle klasik anlamdaki sanatın ölmesi ve artık devrimci pratikte gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Bundan sonra sitüasyonistlerin harekât alanı gündelik hayat olacaktı. Zira sokakları görme tarzımızı neyin değiştireceği, resmi görme tarzımızı neyin değiştireceğinden daha önemliydi. Çünkü onlar salt politik ya da kültürel bir devrimden ziyade yeni bir sistemin inşasını ve insanlığın gerçek anlamda dönüşümünü hayal ediyorlardı.  

Gündelik Hayatta Sitüasyonist Taktikler 

Erken dönemlerinde Henri Lefebvre’in fikirlerine merak salan SE, düşünürün gündelik yaşamda yabancılaşmayla ilgili analizinden hareketle, yapılı çevre hakkındaki eleştirilerini odak noktasına koydu. Sitüasyonistler, monoton bir hayatın eşlikçisi niteliğindeki beton bir labirent olan şehirin gizli anlatılarına kulak verip aşina olduğumuz katmanları soyarak, sıradanlığın içinde gizlenmiş, beklenmedik şiirselliği açığa çıkaracak yolların peşindeydi. Şehri eleştirel bir bakış açısıyla yeniden keşfetmek adına da üç temel kavram ortaya koydular: dérive, détournement ve psikocoğrafya.

Psikocoğrafyayı, bilinçli olarak düzenlenmiş olsun veya olmasın, coğrafi çevrenin kesin yasalarının ve belirli etkilerinin incelenmesi olarak tanımlayan Debord, çevrelerin bireylerin davranışlarını ve duygularını nasıl etkilediğini algılamak ve aksine yeni bir davranış biçimi olasılığı yaratan yeni ortamların nasıl yaratılacağını keşfetmek için günümüz şehirlerinin aktif olarak gözlemlenmesi gerektiğini savunmuştur.

19. yüzyıl Fransız şairi Charles Baudelaire’in flâneur kavramından etkilenen ve psikocoğrafyanın temel bir bileşeni olan, dérive yani sürüklenme ise Debord tarafından sıradanlıktan hızla değişen ortamlar aracılığıyla tutkulu bir yolculuk yapma pratiği olarak tanımlanmıştır. Dérive’in amacı yalnızca kentsel alanların yeni fiziksel ve sosyal ayrıntılarını ortaya çıkarmak değil, aynı zamanda Debord’un kent sakinlerinin belirli atmosferlerle etkileşimlerinin nesnel bir yönü olarak kabul ettiği, fiziksel şehri oluşturan gölgeler, alanlar, yollar ve binaların psikolojik ve duygusal boyutlarını da haritalamaktı. Dérivelerden çıkarılan dersler neticesinde modern bir şehrin psikocoğrafik yapısına dair ilk incelemeler yapılabilirdi. Debord’un Psychogeographique de Paris (Paris’in Psikocoğrafyası) adlı eseri, Paris haritasını birbirine rastgele yollarla bağlı, dağınık fakat atmosferik birimler olarak yeniden düzenleyerek her iki kavramı da görsel olarak temsil ediyordu.

Ancak şehir sadece sokakları gezilecek boş bir tuval olmayıp bizi sürekli bir bilgi akışı ile bombardımana tutan mesajlar, reklamlar ve siyasi sloganlarla doludur. Bu noktada détournement devreye girer. Sanat biçimlerini kolektif provokasyon biçimleriyle birleştiren bir tür gerilla savaşını savunan sitüasyonist hareketin en etkili silahı saptırmadır. Aslında Fransızca détournement  sıklıkla saptırma olarak tercüme edilse de, bu şekilde çevirildiğinde kelimenin orijinal dilindeki yasa dışı el koyma ve korsanlığa ilişkin çağrışımları gözden kaçabilir. Sitüasyonist hareket içindeki anlamı, gösteri toplumu imgelerinin bu imgelere farklı, çoğu zaman zıt anlamlar yüklenmek suretiyle dönüştürülmesi ve saptırılması olarak özetlenebilir.

Détournement, popüler kültür, reklam veya siyasi mesajların unsurlarını alıp, onları eleştirel veya alaycı bir şekilde yeniden kullanarak, başlangıçta amaçlanan anlamlarını alt üst etmeyi ve statükoyu bozmayı hedefler. Örneğin tüketiciliği teşvik eden bir reklam panosunun verdiği mesajı yeniden işleyerek onu politik bir diyaloğu başlatacak şekilde yeniden çerçevelendirebilir. Bu sayede détournement, bilgileri nasıl tükettiğimizi sorgulamamızı ve çevremizi şekillendiren temel güç yapılarını açığa çıkarmayı amaçlar.

Dérive ve détournement teknikleri, mekânı yeni yollarla keşfetme ve mevcut estetik unsurları yeni ifade biçimleriyle yeniden düzenleme olanağı sunar. Grafiti sanatçıları, küreselleşme karşıtı protestocular, bağımsız film yapımcıları, gerilla bahçıvanlar, arazi sahipleri, kooperatifler, topluluk projeleri ve küçük ölçekli üreticiler gibi gruplar vasıtasıyla yaratıcı ve sanatsal ifade biçimleri oluşturmayı, egemen tüketim biçimlerine meydan okumayı ve kültürel, sanatsal ve politik direniş biçimleri üretmeyi hedefler.

Mayıs 1968 ve Sitüasyonist Kıvılcım

1968 yılı sadece takvimde bir yıl değil, zaman çizelgesinde tüm dünyanın temellerini sarsan bir tarihti. Paris’ten Prag’a kadar öğrenciler, işçiler ve entelektüeller, boğucu ve eşitsiz gördükleri topluma karşı bir isyan dalgası halinde ayağa kalktılar. Bu karmaşanın kalbinde, Paris’in arnavut kaldırımlı sokaklarında, eşsiz bir fikir birleşimi vardı: Sitüasyonist Enternasyonal ve gelişmekte olan öğrenci devrimi. Birçoklarının aksine, sitüasyonistler bu düpedüz anarşist isyan patladığında ve halkı ele geçirdiğinde, zaten uzun bir süreden beri böyle bir isyanın gelişini öngördükleri için gafil avlanmadılar.

Mayıs ayının ilk haftasında Nanterre Üniversitesi’nde bir protesto ile başlayan 1968 öğrenci ayaklanması, iki hafta içinde Paris’te protesto eden bir milyondan fazla insana yayıldı ve ardından ulusal bir işçi grevi gerçekleşti. Öğrenciler, öğretmenler ve SE üyeleri 16 Mayıs’ta École des Beaux Arts’ı işgal ettiler ve ipek baskı posterler ürettikleri Atelier Populaire’i nam-ı diğer halk atölyesini kurdular. Atölye bu posterlerin mücadelenin hizmetindeki silahlar olduğunu söyleyip hak ettikleri yerde yani çatışma merkezlerinde, sokaklarda ve fabrikaların duvarlarında olduklarını belirtti. Sanat tarihçisi Peter Wollen, SE’nin devrimci ayaklanmaya en büyük katkısının, esas olarak grafiti ve posterlerle yayılan sitüasyonist fikirler ile sloganlar ve günlük yaşamın rutinlerine yönelik seri saldırılar olduğunu dile getirmiştir. 

Mayıs 68 Posterleri

Kelebek etkisi şeklinde, Paris’teki isyan, 1968’de ABD’deki sivil haklar ve savaş karşıtı protestolardan Sovyet bloğundaki devlet otoriterliğine karşı protestolara kadar dünyanın dört bir yanındaki birçok protesto için önde gelen bir ilham kaynağı oldu. Devrim nihayetinde yerleşik düzeni yıkmayı başaramadıysa da, en sağlam görünen sistemlerin bile cüretkar fikirler ve bir isyan ruhu tarafından sorgulanabileceğini hatırlatarak kayda değer bir iz bıraktı.

Sitüasyonist Enternasyonal ve Kızıl Ordu Fraksiyonu

1960’ların karşıkültür ateşinin külleri hala Batı Almanya’da için için yanarken, Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) 1970’lerin başında sahneye çıktı. Bombalama ve suikastlerle dolu şiddetli devrimcilikleri, Sitüasyonist Enternasyonal’in sanatsal eleştirilerinden apayrı bir dünya gibi görünüyordu. Ancak, daha yakından bakıldığında SE ve RAF arasında doğrudan bir bağlantı olduğuna dair bir kanıt olmasa da, sitüasyonistlerin fikirleri şüphesiz gelecekteki RAF üyelerinin bir kısmında yankı uyandırdı. 

Neticede Debord’un gösteri eleştirisi, RAF’ın kendi tüketici kültürüne olan nefretini yansıtıyordu. Kendilerini şehir gerillaları olarak adlandıran RAF üyeleri de eylemlerini modern metropollerde gerçekleştiriyor ve SE gibi faşizmin modernleşme süreçlerinden ve onun ürünlerinden kaynaklandığını düşünüyordu. RAF’a göre, Alman metropollerindeki nizam, fabrikalarda ve toplama kamplarını andıran tarzda bir yaşamın metaforunu sunuyordu. Onlar da bu kültürü manipüle ederek otoriter politika ve toplum yapılarını hezimete uğratmak niyetindeydi. 

Charity Scribner “Buildings on Fire: The Situationist International and the Red Army Faction” (Alev Almış Binalar: Sitüasyonist Enternasyonal ve Kızıl Ordu Fraksiyonu) başlıklı makalesinde bu ikili arasındaki ilişkiyi yakın merceğe alıyor.

Adını Virgil’in bir mısrasından alan Guy Debord’un son filmi “In girum imus nocte et consumimur igni”de (1978) Sitüasyonist Enternasyonal ile Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun birbirine yaklaştığı bir an vardır. Filmin ortalarında, birinci nesil RAF üyelerinin intihar ettiği yüksek güvenlikli Stuttgart-Stammheim cezaevinin dışarıdan görünümü ve solcu militanlar Andreas Baader ve Gudrun Ensslin’in 1968’de mahkemede çekilmiş fotoğrafları ekrana yansıtılır. Anlatıcı “La plus belle jeunesse meurt en prison” der, yani “Gençlik çiçeği hapishanede solmaktadır.” Debord, RAF’a ait bu iki belgeden hareketle 1960’ların sonlarında Avrupa’yı yerinden oynatan kaybedilen devrim ve etkileri üzerine kafa yorar ve belki kendisininkinin de öyle olacağından bihaber bir şekilde 1968’lilerin akıbetini hatırlatıp çoğunun sonunun intihar olduğunu söyler. Fakat, sonra birden filmin başlığını tercüme eder ve izleyicileri, geçmişin yıkıntılarının altından kalkıp Sitüasyonist Enternasyonal’e, RAF’a ve dönemin diğer estetik ve toplumsal hareketlerine can veren düşünceleri yeniden keşfetmeye çağırır:

Fakat, bu huzursuz ve çıkışsız şimdiki zamanı, kendine tamamen sırt çeviren, harf harf tıpkı çıkışı imkansız bir labirent gibi kurulmuş ve bu yüzden de lanetlenmenin biçim ve içeriğini mükemmel bir şekilde birleştiren şu kadim deyim kadar hiçbir şey bu kadar iyi ifade edemezdi: In girum imus nocte et consumimur igni. Gecenin içinde dönüp duruyoruz ve ateş bizi yutuyor.

SE dergisi 1966 yılına ait bir sayısında, o dönemki ayaklanmalar hakkında “Gösteri-Meta Ekonomisinin Gerileyişi ve Yıkılışı” başlıklı bir yazı yayınladı. Yazıya 1965 Ağustosunda Los Angeles’da polisin siyahi bir gence uyguladığı şiddetin tetiklediği ve günlerce sürüp Siyah Güç hareketine hayat veren en önemli isyanlardan biri olan Watts isyanında ateşe verilmiş,  alevler içindeki büyük bir dükkanın resmi eşlik ediyordu.

Bu alevler içindeki dükkan vitrininin fotoğrafı, sitüasyonist grubun eski bir üyesi olan Dieter Kunzelmann’ın da ilgisini çelmişti. Bu fotoğrafı, Berlin’de yerleşik bir komün olan Kommune 1’in (K1) çıkardığı sitüasyonist izler taşıyan muhalif bir broşürde yayınladı. Kunzelmann, ev arkadaşları Rainer Langhans ve Fritz Teufel’le beraber, sitüasyonist détournement programını Almanya’nın alternatif ortamına tanıtmak için Voltaire adlı Kommune 1 broşürünü kullanmıştı.

1967’de Brüksel’de bir süpermarkette 253 kişinin ölümüyle sonuçlanan bir kundaklama olayının ardından Langhans ve Teufel, bu sefer “Berlin’in Süpermarketleri Ne Zaman Yanacak?” başlığını taşıyan bir yazıyla K1 komüncülerini, Almanya Federal Cumhuriyeti’nde anarşiyi düpedüz başlatmasalar bile en azından hayal etmeye çağırdı. Kommune 1’de elden ele dolaşan bu broşür hiç kimsede harekete geçme ihtiyacı uyandırmasa da, belli ki K1’le yakın bağlantıları olan Andreas Baader ve Gudrun Ensslin’in ilgisini çekmişti. Zira broşürün yayınlanmasından birkaç hafta sonra Ensslin ve Baader, Frankurt’un Zeil Caddesi’ndeki Kaufhaus Schneider’ı ve Kaufhof süpermarketini ateşe vererek teorik tartışma defterini kapattıklarını ve Kommune 1’in sitüasyonist stratejilerini öncü militanlık doğrultusunda büküp saptırdıklarını göstermiş oldular.

SE’nin bazı metinleri, sitüasyonistlerin asla terörizme bulaşmaması gerektiği konusunda ısrarcı olsa da, Raoul Vaneigem’ın yazılarında yüzyıl sonunda yaşamış ve zaman zaman terörist yöntemlere başvurmuş olan anarşistler François Ravachol ve Jules Bonnot’ya yönelik bir ilginin izlerine rastlanır. Vaneigem’ın stratejik şiddete yaptığı göndermeler ve teorik düşünceye tahammülsüzlüğü, birinci nesil RAF üyelerinin duruşunun habercisi niteliğindedir. Debord’un felsefesi ve politik fikirleriyle pek çok noktada ters düşen Vaneigem, Gençler için Hayat Bilgisi El Kitabı: Gündelik Hayatta Devrim adlı kitabında, teorik dolayımı devre dışı bırakarak savaş sonrası toplumun rehavetine karşı koyabilecek radikal bir özne tasarlar. 

Sitüasyonistlerin Tamamlanmamış Devrimi

Sitüasyonistler kendilerine proleter ve sanatsal devrim projesini yeniden icat etme görevini verdiler. Onlara göre, kapitalist dünya mahvolmuştu ve saptırmalarını kapitalist toplumun yıkımı için bir araç olarak görüyorlardı. Ancak bireysel özgürlük ve piyasa mekanizmalarına vurgu yapan neoliberalizmin yükselişi, kapitalizm eleştirilerine meydan okudu. Devrimci ütopik idealler, daha yerleşik ve sofistike bir küresel sistem karşısında giderek daha da gerçekdışı görünmeye başladı.

Mayıs 1968’de Fransa’daki ayaklanmaların başarısızlığı SE’ye önemli bir darbe oldu. Mayıs ayının sonunda, Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle Ulusal Meclisi feshedip Haziran’da seçim yapma sözü verdi ve grevdeki işçilere işe geri dönmelerini emretti. Başlangıçtaki direnişe rağmen, işçilerin çoğu sonunda işlerine geri döndü ve yakın görünen devrim başarısız oldu. Bu başarısız ayaklanmanın ardından gelen hayal kırıklığı, zaten bölünmüş grubu daha da zayıflattı. 1972’ye gelindiğinde, Gianfranco Sanguinetti ve Guy Debord, SE’nin kalan son iki üyesiydi. 

Tüketiciliğin yükselişi ve daha varlıklı bir işçi sınıfının ortaya çıkışıyla, SE’nin argümanları radikalize etmeyi umdukları nüfusun önemli bir kısmında karşılık bulmakta zorlandı. Maddi koşullar iyileştikçe, birçokları için radikal değişimin aciliyeti azalmış gibiydi. İronik bir şekilde, SE’nin fikirleri nefret ettikleri sistem tarafından kullanılmaya başlandı. Gösteri kavramı ve hatta gündelik yaşamın eğlenceli bir şekilde altüst edilmesi reklamcılık ve popüler kültür tarafından benimsendi. Bu, eleştiri ve benimseme arasındaki çizgileri bulanıklaştırarak SE’nin mesajını zayıflattı.

Nihayetinde, var olan düzeni parçalamak ve eleştirmekte usta olsalar da, hayal ettikleri yeni toplum için net bir yol haritası çizmekte zorlandılar. Devrimleri tamamlanmamış olsa da, sitüasyonistler sanat, politika ve şehir planlaması hakkındaki geleneksel düşünce biçimlerini temelden sarsarak köklü bir değişim yarattılar. Tüketime ve her eve giren gösterinin etkisine dair eleştirileri, günümüz dünyasında bile hala geçerliliğini korumaktadır. Sitüasyonistler kışkırtmaya ve ilham vermeye devam ederken, bize daha anlamlı ve özgün bir yaşam biçimi yaratma yolunda her gün verilebilecek bir mücadeleyi hatırlatıyor.

Ne de olsa Raoul Vaneigem’in, Gündelik Hayatta Devrim’in sonunda yazdığı gibi;

Kazanacak keyif dolu bir dünya var ve can sıkıntısından başka kaybedecek bir şeyimiz yok.

Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var, Mayıs 68