Kentsel alanların her geçen gün daha da genişleyip betonlaşması, insan-doğa etkileşiminin giderek azalmasına ve insan dışındaki canlıların yaşam alanlarının daralmasına sebep olurken, kent yaşamındaki sokak hayvanlarının durumunun da kaçınılmaz bir şekilde ele alınmasını gerektiriyor. Sokak hayvanları, günümüzde yaşanan bazı vakalar gerekçe gösterilerek sanki cansız birer nesneymişçesine olumsuz bir etken olarak görülüp çeşitli tehlikelerin sebebi olarak damgalanabiliyor. Bu durum da ekolojik olarak sürdürülebilir olmayan, ölümcül yöntemleri tercih eden politikalara yol açıyor.
Sokak hayvanlarının toplatılması ve öldürülmesi eylemi derin felsefi, ahlaki ve teolojik paradokslar ve tartışmalar ortaya çıkarıyor. Bu durum, felsefi açıdan etik anlayışımızı, yaşamın değerini ve diğer varlıklara karşı sorumluluklarımızı sorgulatırken, teolojik olarak ise bize sunulan merhamet ve hayvanlara karşı nasıl tutumlar sergilememiz gerektiğine dair öğretiler ile bazı paradokslar oluşturuyor.
Felsefi ve Sosyolojik Bakış Açıları
Direkt olarak olmasa da felsefe, sokak köpeklerinin uyutulmasının etiğini değerlendirebileceğimiz birden fazla bakış açısı sunabilir. Bu durum, pragmatizm, deontoloji ve ahlaklı olmanın insan doğasının bir parçası olduğunu savunan erdem etiği açısından değerlendirilebilir.
Pragmatizm, genel olarak bir eylemin sonucuna vurgu yapar ve faydalar üzerine odaklanır. Sokak köpeklerini öldürmek, popülasyonu dengeleyip saldırılar veya hastalıklar gibi tehlikeleri azaltarak genel mutluluğu artırıyorsa, bir faydacı bunun haklı olduğunu iddia edebilir. Ancak bu bakış açısının dikkatli bir denge içinde olmayı gerektirdiği de unutulmamalıdır. Çünkü insan toplumuna verileceği düşünülen potansiyel zarar, hayvanların yaşamının değerini aşar mı sorusu önümüze çıkar.
Deontoloji ise daha ziyade bir eylemi yaparken dikkate alınması gereken görevlere ve kurallara odaklanır. Bu bakış açısında, insanların görevinin hayvanlara insanca ve içsel değerlerine saygı göstererek muamele etmek olduğu savunulabilir. Örneğin, Kant, evrensel ahlak yasaları düşünüldüğünde, hayvanları sadece bir amaç için kullanmanın ahlaki olarak yanlış olduğunu öne sürer, bu da sokak köpeklerini öldürmenin de etik olmadığını ortaya koyar.
Birçok teoriye içkin olan erdem etiği, ahlaki bir yöneliştir ve merhamet, iyi hissetme, empati gibi duygu durumlarından beslenir. Bu açıdan da sokak köpeklerini öldürmek, toplumsal ahlaki çürümenin bir işareti olarak görülebilir, burada merhamet ve yaşam hakkı erdemi göz ardı edilmiş olur.
Sosyolojik bir bakış açısından ise bir toplumun sokak hayvanlarına nasıl davrandığı kültürel değerlerini ve normlarını yansıtır. Sosyolojik araştırmalar, sokak hayvanları için güçlü refah politikalarına sahip toplulukların daha yüksek düzeyde empati ve sosyal uyum seviyelerine sahip olduğunu göstermektedir. Tersine, ölümcül önlemlere başvuran toplumlar genellikle şiddete daha fazla hoşgörü gösterir ve toplum güvenine daha az sahiptir.
Genellikle dini kuralların merkeze alındığı devlet yönetimleri için teolojik bir açıdan bakacak olursak da; farklı dini gelenekler insan-hayvan ilişkileri konusunda çeşitli bakış açılarına sahiptir. Ancak çoğu teolojik çerçeve, merhamet ve sorumluluk duygularını öne çıkarır. Örneğin, Hz. Muhammed’in ve Hz. İsa’nın öğretileri merhameti ve tüm varlıklara sevgiyi vurgular. Hz. Muhammed, hayvanlara karşı merhametli ve nazik bir yaklaşımı benimseyip onlara gereksiz zarar vermenin İslami değerlere aykırı olduğunu söylemiştir.
Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi sizin gibi topluluklardır. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp rablerinin huzuruna getirileceklerdir. – En’am Süresi- 38. Ayet
Doğru kişi hayvanıyla ilgilenir, ama kötünün sevecenliği bile zalimcedir. – Süleyman’ın Özdeyişleri 12:10
Hinduizm’de ise Ahimsa ilkesi vardır ve bu ilke, tüm canlı varlıklara zararsızlığı savunan bir şiddetsizlik yasasıdır. Bu paralelde de hayvanlara merhamet ve bakım göstermek, Hindu manevi değerleriyle uyumlu bir yaşamdır.
Farklı Disiplinlerden Düşünürler ve İnsan-Hayvan İlişkileri Üzerine Görüşleri
İnsanlar ve hayvanlar arasındaki ilişki ve etkileşim tarih boyunca sürmüştür. Şehir yaşamı ve modernleşme ile birlikte bu ilişki, toplumun etik sorumlulukları ve yaşam alanlarının planlanması üzerine düşünmeye daha da fazla teşvik etmiştir. Bu konuyu bir sorun ya da kayda değer bir konu olarak ele alan birçok farklı disiplinden düşünür ve bilim insanı vardır. Kuşkusuz onların toplumsal yaşam ve otorite hakkındaki görüşleri modern yaşamda ve kentlerde insan-hayvan ilişkisi hakkında bize fikir ve ilham verebilir.
Donna Haraway ve Yoldaş Türler Manifestosu
Amerikalı akademisyen ve bilim insanı Donna Haraway, hayvanlarla ilişkilerimiz hakkında çarpıcı içgörüler sunar ve eserlerinde insan-hayvan ilişkilerini geniş kapsamlı olarak ele alır. Haraway’in çalışmalarının önemli bir yönü, insan üstünlüğüne meydan okuması ve insanların diğer türlerden üstün olduğu fikrine karşı çıkmasıdır. Çevresel adaletten ve çok ırklılıktan bahseden Haraway, “Yoldaş Türler Manifestosu” eserinde, insanların yoldaş türler yani hayvanları dahil tüm yoldaş türlere karşı etik yükümlülüklerini vurgular, onlara saygılı bir şekilde bakım sunma ve birlikte yaşama görevimizi hatırlatır. O, insanlar ile hayvanların birbirine bağlılığını dile getirerek şehir ile yaban hayatı da dahil tüm hayvanlara daha merhametli ve bütünleşik bir yaklaşım sergilemek gerektiğini savunur. Haraway’e göre insanların, aralarında yaşayan hayvanlara karşı ahlaki yükümlülükleri vardır. Bu bakış açısı, sokak hayvanlarını sıkça birer dert olarak görüp sıklıkla pragmatik çözümler üreten bakış açısına resmen meydan okur. Çünkü insan ihmalinden veya kentleşmeden dolayı sokak hayvanları sıkça acı çeker ve bu nedenle onlara bakım yapmak ahlaki bir görevdir.
Dünyalı bir varlık olmanın temelinde birbiriyle zorunlu bir dayanışma yatar. Bu dayanışma, hiçbir zaman sadece insanlar arasında değildir. Bu her zaman yerleşik sosyo-doğal ekolojilerde vuku bulur. – Donna Haraway
Haraway’e göre, hayvanlar ekolojik toplulukta yaşam ortaklarıdır ve onları da kapsayan bir çerçeve ve çevre düzeni oluşturulmalıdır. Çünkü insanların ve hayvanların birbirlerinin yaşamlarını ve çevrelerini birlikte şekillendirdiklerine inanır. Dolayısıyla, kentsel ekosistemin bir parçası olan sokak hayvanları insan toplumlarına etki ederken, insanlar da onlara etki eder. O, bu etkileşimin kentsel planlama ve kamu politikalarında kabul edilip saygı görmesi gerektiğini öne sürer ve aradaki bağın yok edilmesinden ziyade teşvik edilmesini destekler. Bunun insanları, kentsel çevrelerin nasıl daha kabul edici ve daha az düşmanca olabileceğini düşünmeye yönlendirmesi gerektiğini dile getirir.
Kısacası Haraway’in teorileri, sokak hayvanlarına yönelik politik yaklaşımların sadece kontrol ve yok etmeye odaklanmaması gerektiğini, aynı zamanda refah, entegrasyon ve etik muameleye de odaklanması gerektiğini öne sürer. O, insanca muamele ve bir arada yaşamı teşvik etmek için topluluk destekli kısırlaştırma/sterilizasyon programları, barınaklar, besleme istasyonları ve halkı bilinçlendirme kampanyaları gibi önlemleri savunur.
Peter Singer – Utilitarizm ve Altruizm
Avustralyalı filozof ve hayvan hakları aktivisti Peter Singer, hayvan hakları konusunda da utilitarist bir yaklaşım benimsemektedir. Singer’ın utilitarizmi, acıyı-sefaleti en aza indirme ve refahı en üst düzeye çıkarma üzerinde durur. Sokak hayvanlarının açlık, hastalık veya kötü muameleden acı çekmemelerini sağlamak bu utilitarist ilkeyle uyumludur. Onlara gerekli bakımı, yiyeceği ve barınmayı sağlamak için çaba harcanmalıdır.
Singer, “Pratik Etik” adlı kitabında, etik düşüncelerin sadece insanlarla sınırlı olmadığını savunur. O, sokak hayvanlarının ihmal ve kötü muamelesinin etik açısından ele alınmasını ve hayvanların refahlarını sağlayan müdahalelerin yapılması gerektiğini söyler. Çünkü hayatta tüm varlıkların çıkarlarının eşit düşünülmesi gerekir. Bu bağlamda hayvanlar için sağlık hizmetleri ve veteriner bakımı oldukça önemlidir. Aşılar ve kısırlaştırma-hayvan doğurma hizmetleri sağlamak, onların acılarını azaltmaya ve daha sağlıklı bir sokak hayvanı popülasyonunu teşvik etmeye yardımcı olabilir.
Singer’ın görüşlerinde de karşılaştığımız altruizm, sadece yardım etme amacıyla hareket etmeyi içerir, altruizm herhangi bir dini, politik ya da görev nedeniyle değil de saf yardım etme içtenliğiyle hareket etmekten bahseder. Bu tür davranışlar, bazen yardım eden bireye zarar da verebilir fakat yine de düşünen ve olanakları fazla olan insan, hayvanlar gibi daha fazla sefalet çeken varlıklara karşı altruizm bilinciyle yaklaşabilir. Birçok hayvan yaşamını ve hakkını savunan sivil toplum dernekleri ve gönüllü kuruluşlar da altruizm doğrultusunda hizmet sunmaktadır. Singer da bu paralelde bireylerin ve toplumların, ellerinden geldiğince hayvanları sefil durumdan kurtarmak sorumluluğuna sahip olduklarına inanır. Ayrılan kaynaklar, en etkili şekilde sokak hayvanları arasındaki kötü yaşam koşullarını azaltacak projelere ve girişimlere stratejik olarak dağıtılmalıdır.
Genel olarak Singer, tüm hayvanlara insancıl ve saygılı muamele etmek gerektiğini savunur. Bu, sokak hayvanlarının sadece rahatsızlık olarak görülmemesi, aksine merhamet ve etik düşünceyi hak eden varlıklar olarak görülmesi anlamına gelir. Onun prensipleri, toplumların sokak hayvanlarının ihtiyaçlarını karşılayan çözümler oluşturmak için birlikte çalışmaları ve proaktif olmaları gerektiğine dayanır. Hem insan hem de insan olmayan sakinleri destekleyen sürdürülebilir ve çevre dostu kentsel ortamların oluşturulmasını yüksek sesle dile getirir.
Foucault ve Biyopolitika
Michel Foucault’nun biyopolitika ve nüfus yönetimi üzerine düşünceleri devletlerin yaşam üzerinde nasıl güç uyguladığı konusunda derin anlayışlar içerir. Onun fikirlerinin genişletilmesi insan dışı nüfusların, örneğin kentlerdeki sokak köpeklerine yapılan muamelelerin analizine de yardımcı olabilir.
Foucault’nun biyopolitika kavramı yaşam ve siyasetin kesişimini içerir ve devlet gücü tarafından yaşam, nüfus ve sağlığın düzenlenmesi ve yönetilmesini kapsar. Biyopolitika, öldürme veya yaşatma hakkına odaklanan egemen güçtür ve yaşamı sürdürmeye, optimize etmeye ve düzenlemeye çalışan bir güç biçimine doğru bir değişimi de sembolize eder. Biyopolitika bağlamında sokak köpekleri, devletin düzenli, sağlıklı bir kentsel çevreye doğru yönlendirmeye çalıştığı bir nüfus olarak görülebilir. Devlet otoriteleri tarafından sokak köpeklerinin toplanması ve ötanazi uygulaması Foucault’nun teorileri açısından ele alınabilir. Bu bağlamda sokak hayvanlarının varlığı biyopolitik rejimlerin sürdürmeyi amaçladığı kontrollü ve sterilize şehir yaşamı vizyonuna meydan okur. Sokak köpeklerinin kontrol altına alınması için kullanılan yöntemler (toplama, uyutma vs.) modern ceza sistemlerinin, hastanelerin veya okulların mekanizmalarını yansıtır.
Sokak köpeği politikalarındaki biyopolitik tutum, bir ulusun sosyo-ekonomik, kültürel ve yasal bağlamını yansıtır. Gelişmiş ülkeler insanca, sistemli yaklaşımlara yönelebilirken, maalesef gelişmekte olan ya da gelişmemiş ülkeler genellikle kaynak kısıtlamaları nedeniyle doğru ve etik olmayan çeşitli uygulamalara yönelir.
Foucault’nun bakış açısıyla, devlet otoriteleri tarafından sokak köpeklerinin toplanması ve öldürülmesi biyopolitik gücün bir uzantısıdır. Bu da antroposantrik bir bakış açısıyla, şehir ortamlarının sağlığını, güvenliğini ve düzenini optimize etmek için yaşamın düzenlenmesini ve kontrolünü içerir. Biyopolitika ve sokak hayvanları sorunu, sadece insan değil, insan dışı nüfusları kontrol etme konusunda devlet gücünün kapsamı ve sonuçları hakkında önemli etik ve felsefi soruları gündeme getirir.
Jacques Derrida ve O Yüzden Olduğum Hayvan
Ünlü Fransız filozof Jacques Derrida, eserlerinde sokak hayvanlarına açıkça odaklanmasa da hayvan etiği üzerine felsefi keşifleri, özellikle “The Animal That Therefore I am ” başlıklı denemesi, bize bu konuda bir düşünme çerçevesi sunmaktadır.
Derrida, insanların hayvanlara karşı etik sorumluluklarını derinlemesine ele alır. İnsanları diğer tüm yaratıklardan üstün gören antroposantrik görüşe meydan okuyarak, daha kapsayıcı ve empati dolu bir yaklaşımı benimser. İnsanları, hayvanlardan ayıran dil, onlara karşı bizi üstün kılmamalı ve hayvanları da yaşamın dışına atıp sömürüye yol açmamalıdır der. Bu nedenle Derrida’ya göre insanların, hayvanların kırılganlığını ve öznelini tanıma gibi bir ahlaki yükümlülüğü vardır.
Efendiler olarak insanlar her şeyi, hatta tüm Doğa’yı kendi kolonileri olarak gördüler. – Hiranmay Karlekar
Derrida’nın misafirperverlik kavramı da toplumsal yaşam ve kentleşme düzeyinde hayvanlar için uyarlanabilir. Jacques Derrida’nın aporetik bir yol izleyen ve çelişkiler içeren koşullu-koşulsuz misafirperverlik kavramı, özellikle insanlar ve sokak hayvanları arasındaki sıklıkla göz ardı edilen ilişkiyi yorumlamak için nüanslı bir çerçeve sunar. Koşullu misafirperverlik, herhangi bir yasa ya da hakla belirlenmiş bir misafirperverlik durumunu karşılarken belirli beklentilere ve kriterlere bağlıdır; koşulsuz misafirperverlik ise ziyaret esasına dayanan gönüllü bir misafirperverlik eylemidir; talep ve sınır olmaksızın sunulur. Koşullu misafirperverlik durumunda söz konusu olan genellikle bir yabancıdır. Yabancı, belli koşullar, yasalar ile belirli haklar edinmiştir ve bunlara dayanarak orada bulunabilir. Belediye yetkililerinin, sokak hayvanları için besleme istasyonları veya barınaklar gibi bakım hizmetleri sunması koşullu misafirperverliğe örnek verilebilir.
Koşulsuz misafirperverlik ise yasa ve kurallardan ziyade etikle ve gönüllü olmakla ilgilidir. Koşulsuz bir şekilde geleni sahiplenmeyi ve ona misafirperver olmayı içerir. İşte hayvanlara karşı da sorumluluğumuz koşullu misafirperverlikten ziyade koşulsuz misafirperverliği içermelidir. Sokak hayvanlarına yönelik koşulsuz misafirperverlik daha nadir görülse de derin bir etik duruşu temsil eder. Bireylerin sahiplik veya davranış uyumunu aramadan sokak hayvanlarını besleyip bakmak gibi iyilik hareketlerini içerir. Bazı topluluklar, sokaklardaki, parklardaki ve hatta avlu alanlarındaki hayvanların varlığını tolere edebilir ve onları şehir ekosisteminin ayrılmaz üyeleri olarak görür. Eğer koşulsuz misafirperverlik söz konusuysa, ekosistemin ayrılmaz parçası olan üyelerin toplatılması ya da uyutulması kesinlikle düşünülmemelidir.
Derrida’nın misafirperverlik kavramı, kent sakinlerini sokak hayvanlarına karşı gösterdikleri misafirperverliklerini düşünmeye zorlayıp koşullu uygulamaların arkasındaki etiği sorgulatabilir. Acaba uygulanan koşullar adil mi, yoksa diğer varlıklar üzerinde insan egemenliğinin bir uzantısı mıdır?