Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

William Morris: Viktorya Döneminde Bir Ütopyacı

William Morris, Oxfordshire’daki kırsal evi Kelmscott Malikanesi’nin mutfak penceresinden, bahçesindeki çilekleri çalan ardıç kuşlarını izlerken, onlardan aldığı ilhamla oluşturduğu “Strawberry Thief” tasarımının ileride müşterileri tarafından ne kadar sevileceğini ve günün birinde onun en bilinen tasarımlarından biri olacağını muhtemelen o an tahmin edemezdi.

Her ne kadar eğlenceli bulduğu bir sahne etrafında görsel bir hikaye yaratmış olsa da, Morris’in tasarımlarının bu kadar ses getirmesinin nedeni, kendisinin aslında oldukça bilgili ve çok yönlü biri olmasıydı. O kumaş ve desen tasarlamanın yanı sıra, bir şair, yazar, doğa bilimci, mimari korumacı ve tutkulu bir sosyal aktivistti. Bu ilgi alanlarının hepsinin birbiri ile ilintili olması neticesinde de ortaya katmanlı bir yaratıcı çıkıyordu. 

Kelmscott Malikanesi

Peki nasıl oldu da Viktorya Dönemi Britanyası’nda sanatsal arayışlar, sosyal aktivizm ve edebi çabalarla dolu bir hayat günümüzde halen silinmez bir iz bıraktı? Belki de tüm sıfatlarının arasında aslında onu en iyi tanımlayacak şekilde, tam zamanlı bir hayalperest olan Morris buna kendi sözleriyle şu cevabı verebilirdi:

Benim çalışmalarım şu ya da bu şekilde hayallerin vücut bulmuş halidir.

Sanatsal Uyanış ve Ruskin Etkisi

1834’te Walthamstow, Essex’te varlıklı bir ailede doğan, anlatılanlara göre kırsal kesimde büyüyen, Binbir Gece Masalları ve John Gerard’dan Bitki Topu gibi bilinmeyen kitapları okuyan Morris, hem doğaya hem de hikaye anlatıcılığına olan ilk ilgisini gösteren cennet gibi bir çocukluk geçirdi. Okuma ve yazma konusundaki doğal yeteneğinin ve kendisini çevreleyen yaban hayatına ve çiçeklere olan sevgisinin, ilerleyen zamanlarda çalışmaları üzerinde artan bir etkisi olacaktı. 

Morris, 13 yaşında Marlborough Koleji’nde özel eğitim gördü ve 1853’te Oxford’daki Exeter Koleji’ne teoloji okumak niyetiyle gittiyse de, Thomas Carlyle, Charles Kingsley ve John Ruskin gibi yazarların toplumsal yorumları yüzünden vazgeçti. Özellikle sanat eleştirmeni ve yazar John Ruskin’in yazılarından büyük ölçüde etkilenen ve The Stones of Venice’in ikinci cildindeki The Nature of Gothic bölümünden ilham alan Morris, daha sonra bunu yüzyılın çok az sayıda gerekli ve kaçınılmaz ifadesinden biri olarak tanımlamıştır.

Ruskin dönemin reformculuğuna tam ters bir yol izlemiştir. Kişinin sanat yapıtıyla ilgili tüm aşamaları bizzat ele alması gerektiğini, bunlar değiştiği takdirde sanat yapıtının tüm özelliğini kaybeden soğuk bir nesne halini alacağını söylemiştir. İşte makineleşmeyle ortaya çıkan sorun da budur. Sanatın parçalandığını ve hatta yok olduğunu düşünen sanatçı, bunun sebebini ise sanayi sistemine yani makineye bağlamıştır. Buna göre Orta Çağ sanatına dönüp o dönemin tekniklerini kullanılmak daha doğru olacaktır.

Ruskin’in teorilerini yakından takip eden William Morris, 1851’de The Nature of Gothic için yazmış olduğu önsözde, Ruskin’in bize sanatın aslında iş yapmaktan alınan zevkin bir ifadesi olduğunu öğrettiğini şöyle dile getirmiştir: 

Sanat, insanın emeğinden aldığı hazzın ifadesidir.

Morris değişik iş ortamlarında yapılan tasarımlarla, sadece sanatsal farklılıklar değil işinden mutlu olup zevk alan insanlar yaratıldığına da inanıyordu. Makine ile yapılan üretimde ise zihin kullanmak gerekmediğinden işçi devamlı aynı işi yapıyor ve bu da sanat olmaktan çıkıyordu. Ona göre sanatın özgünlüğü, sadece teoriye değil pratiğe de bağlılığından ileri gelmektedir. Bu düşüncesini sanatın her kolundaki mesleki deneyimleri ile de perçinleyen Morris, aynı zamanda ortaya çok değerli sanat eserleri de koymuştur.

Morris kendisi ile ömür boyu dost ve iş arkadaşı olacağı Edward Burne-Jones’la üniversitede birinci sınıfta tanışmıştır ve her ikisi de çok farklı geçmişlere sahip olmalarına rağmen hayata karşı ortak bir tutuma sahip olduklarını keşfetmişlerdir. 1855’te Kuzey Fransa’ya giden ikili, Chartres, Rouen ve Evreux gibi büyük Orta Çağ katedrallerini ziyaret etmişlerdir. Morris eve yolladığı mektuplarda çevresine dair betimlemeleri adeta lirik bir şekilde yazarken, Burne-Jones ise Le Havre’de rıhtımda yürüdüğü geceyi hayatının en unutulmaz gecesi olarak kaydetmiştir. Gördükleri resimlerin etkileyici Orta Çağ havası ve yükseltilmiş güzellik anlayışları sayesinde Morris ve Burne-Jones geleceklerinin dinde değil sanat yönünde olduğuna ikna olmuşlardır. Kafalarında artık din adamlığına hiçbir şekilde yer kalmamış şekilde Morris bir mimar, Burne-Jones da ressam olarak sanat hayatlarına başlamaya karar vermişlerdir.

William Morris ve Edward Burne-Jones, 1874

Böylelikle teolojiden geçer derece ile ayrılan Morris, Ocak 1856’da Oxford merkezli Neo-Gotik mimar George Edmund Street’in yanında çıraklığa başladı ve orada sonradan yakın arkadaş olacağı genç mimar Philip Webb’in gözetimine verildi. Burne-Jones da Pre-Rafaelit ressamların önde gelenlerinden biri olan Dante Gabriel Rossetti’nin çıraklığını yaparak bunu daha da ileri götürdü; üçü kısa sürede yakın arkadaş oldu. Bir süre sonra mimarlıktan bıkan Morris çıraklığı bıraktı ve Rossetti onu resim yapmaya ikna etti. Morris, Rossetti ve Burne-Jones’a Oxford Union’da Arthur döneminden kalma duvar resimleri yapmalarında yardımcı olduysa da, onun katkıları diğerleri kadar etkileyici olamadı. 

Evlilik Hayatı ve Red House

O dönemde, Oxford’daki Drury Lane Theatre Company’nin bir gösterisinde işçi sınıfının fakir geçmişinden gelen Jane Burden ile karşılaştı. Bir seyis ile bir çamaşırcı kadının kızı olan Jane’in güzelliğinden ilk anda etkilenen Dante Gabriel Rossetti ve William Morris ilk görüşte onu farkedip kendileri için modellik yapmasını istediler. Jane Morris çene çizgisi, yumuşak dudakları, derin gri gözleri ve kalın, dalgalı siyah saçlarıyla adeta PreRafaelit güzellik idealini somutlaştırıyordu. Rossetti onu Kraliçe Guenevere olarak resmetti. Morris ise onu, bitirdiği tek yağlıboya tablosu trajik Arthur prensesi La Belle Iseult’un ana konusu yaptı. Tuvalin arkasına “Senin resmini yapamam ama seni seviyorum” yazdığı söylenir. 

La Belle IseultWilliam Morris

Her ne kadar hem Morris’in hem de Rossetti’nin modeli ve ilham kaynağı olsa da, Morris ile bir ilişkiye başlayıp 1858 baharında nişanlandılar. Ne talihsizdir ki, Jane daha sonra Morris’i hiç sevmediğini itiraf edecekti.

Genç çift 1860 yılında Londra’nın merkezinden on mil uzakta, Bexleyheath yakınlarındaki Red House’da evlilik hayatlarına başladılar. Binanın tasarımı, Morris’in iç mekanlara odaklandığı ve dış cephenin Webb tarafından tasarlandığı ortak bir çalışmaydı. Adını yapıldığı kırmızı tuğla ve kiremitlerden alan Red House, L şeklinde olmasıyla mimari normları reddetmişti. Çağdaş Neo-Gotik mimariden çeşitli şekillerde etkilenen, yüksek üçgen çatıları ve cumbalı pencereleri ile tam da Morris’in hayal ettiği gibi Orta Çağ romantizminin şaşırtıcı bir karışımı olan ev için, Burne-Jones dünyanın en güzel yeri tanımlaması yaparken, Rossetti ise bir evden çok şiir diyordu.

Red House

Zamanın mağazalarında kendi zevkine göre mobilya bulamayan Morris, yine arkadaşı Philip Webb’i, dönemin romantik doğasını tamamlayan sade eve gotik tarzda şifoniyerler, koltuklar, masalar ve diğer mobilya parçaları tasarlaması için görevlendirmişti. Webb evin dekorasyonuna yardım eden tek sanatçı arkadaşı değildi. Dante Gabriel Rossetti, Elizabeth Siddal ve Edward Burne-Jones ile hep birlikte evin duvar resimlerine ve mobilya dekorasyonuna katkıda bulundular. 

Bu kolektif işbirliğinin neticesinde Red House çok geçmeden yeni evli Rossetti ve Lizzie Siddal, Edward ve Georgiana Burne-Jones, Webb, Charles Faulkner ve kız kardeşleri için bir hafta sonu inziva yeri haline gelmişti. Morris’in kızları Jenny ve May de burada doğdular.

Karmaşık Bir Aşk Üçgeni

ProserpineDante Gabriel Rossetti I Model: Jane Morris

William Morris’in karısı Jane ile alışılmadık evliliğinin doğası her daim bir merak konusu olmuştur. Bilindiği üzere Jane, sadece Morris’in değil Rossetti’nin de modeli ve ilham perisiydi; onun yüzlerce fotoğrafında yer alan ve Pre-Rafaelit görünüşü tanımlayan bir isimdi. Ancak ilişkileri zamanla tipik sanatçı-ilham perisi dinamiğinin ötesine geçti. Aralarındaki mektuplaşmalar, derin bir duygusal bağın, adı konulamayan bir sevginin varlığını ortaya koyacaktı. Görünüşe göre ilk bakışta birbirlerinden çılgınca etkilenmiş olsalar da, özellikle Rossetti’nin karısı Elizabeth Siddal’ın ölümünden sonra ikisi arasındaki cazibe yoğunlaştı. 1871’de William Morris ve Dante Gabriel Rossetti, Oxfordshire sınırına yakın pitoresk bir ev olan Kelmscott Manor’da ortak kiracılık yapmaya karar verdiler. William’ın İzlanda gezisi sırasında Jane ve Rossetti tüm yazı evi döşeyerek geçirdiler. Bu dönem, derin duygusal bağlantılarının ve Rossetti’nin şiiri ile en tanınmış resimlerinden bazılarını etkileyen romantik ilişkilerinin başlangıcını işaret etti. Jane, Morris’e bağlı kaldı, yine de Rossetti ile bağlantısı inkar edilemezdi. İki ailenin birlikte bir ev kiralaması, Jane ve Rosetti’nin Viktoryen bir topluma göre sıra dışı ilişkisi, fısıltılara ve spekülasyonlara yol açtı ancak bu onların daha yakın olmalarını sağladı. Jane, kloral hidrata bağımlılığı nedeniyle Rossetti’den uzaklaşsa da, 1882’de ölümüne kadar mektuplaşmaya devam ettiler. 

Jane, kocasının ölümünden sonra onu hiçbir zaman sevmediğini itiraf etmesine rağmen, onu Rossetti için asla terk etmedi. Viktoryen standartlara göre onlarınki birçok yönden modern bir evlilikti. Yine de evliliklerinin çalkantılı dönemi boyunca William ve Jane birbirlerine karşı sevgi dolu olmayı sürdürdüler. Morris’in fedakarlığının ve karısının mutluluğunu kendisininkinden üstün tutma isteğinin, onların ilişkilerinin gerçekten şefkat ve empati dolu, günün sonunda kalıcı ve vazgeçilmez bir arkadaşlığa dönüşen bir ilişki haline gelmesine sebep olduğu ileri sürülebilir.

Firm ve Morris & Co.’nun Kuruluşu

İngiltere’deki Sanat ve El Sanatları hareketinin önde gelen tasarımcısı olan Morris, sanayileşmenin tüketim mallarının kalitesini düşürdüğüne inanıyordu. 

Zamanın kalitesiz işçiliği karşısında hayal kırıklığına uğrayan sanatçı, 1861’de bir tasarım firması Marshall, Faulkner & Co.’nun (başka bir deyişle Firma olarak da bilinir) kurmak için aralarında Dante Gabriel Rossetti ve Edward Burne-Jones’un da bulunduğu benzer düşüncelere sahip sanatçılarla güçlerini birleştirdi. Bunlar, Viktorya dönemi imalatının çoğunun kalitesiz uygulamalarına yanıt veren, benzer düşüncelere sahip sanatçı ve zanaatkarlardan oluşan bir gruptu. Doğadan ve Orta Çağ motiflerinden ilham alan duvar kağıtları, kumaşlar ve mobilyalar, seri üretim cafcaflı Viktorya dönemi estetiğine karşı yenilikçi bir duruş sunuyordu.

Tasarım: Philip Webb
Kumaş: William Morris

1875 yılında Morris, modern üretimin yöntem ve malzemelerini reddeden ve bunun yerine doğal dünyadan ilham alan bir tasarım firması olan Morris & Company’yi kurdu. Orta Çağ ve Erken Rönesans sanatını taklit etmeye çalışan, 19. yüzyılın ortalarında bir İngiliz gizli topluluğu olan Pre-Rafaelit Kardeşliği’nin ikinci nesil bir üyesi olarak Morris, doğaya dair süslemeler, renkler ve canlılıkla karakterize edilen Geç Orta Çağ estetiğine yöneldi. Genellikle dini temalar için bir metafor olarak kullanılan doğal motifler, Geç Orta Çağ sanatı ve mimarisinin manevi sembolizminde önemli bir rol oynadı. Morris bu dekoratif geleneği ötücü kuşların, çiçek açan bitkilerin ve sarmaşıkların ince detaylı görüntüleri ile dolu tasarımlarına uyarladı.

Morris & Co Merton Abbey El Baskı Atölyesi

Sonraki yirmi yıl boyunca firma sürekli olarak güzel olduğu kadar kullanışlı ürünler sunmaya başladı. Çoğu Morris’in tarihsel üretim süreçlerine ilişkin tutkulu araştırmalarına dayanıyordu. Boyaları mükemmelleştirmek, dokuma ve baskı becerilerini geliştirmek için çok çalıştı. Jane ise 1885 yılına kadar evler ve kiliseler için muhteşem dikişli kumaşlar tedarik eden nakış departmanından sorumluydu. 1880’lerin sonlarında Oxford Caddesi’ndeki Morris and Co. mağazasının ürün seçkisinde duvar kağıdı, dokuma kumaşlar, vitray, seramik ve kilimler yer alıyordu. 1940’a kadar ticaret yapan şirketin uzun ömürlülüğü, Morris’in tasarımlarının başarısının bir kanıtıydı.

Arts and Crafts Hareketinin Öncüsü

Sanatlar ve El Sanatları anlamına gelen Arts and Crafts hareketi, 19. yüzyılın sonuna doğru, sanayi devriminin sosyal, ahlaksal ve sanatsal karmaşasına bir karşı duruş olarak doğmuştu. Viktorya Dönemi İngiltere’si her ne kadar gelişen bir sanayiye sahip olsa da, fabrikalar tarafından seri üretilen mobilyalar ruhsuzdu ve işçi sınıfı monoton şartlarda çalışıyordu. Endüstrileşme ve fabrika sistemiyle yakından ilgilenen Morris, insanların sömürülmesine karşı çıkarak sosyalizmi benimsemiş ve Ruskin’in teknolojinin; güzelliği, kaliteyi, ahlaki boyutu ve samimiyeti yok ettiğine, oysa zanaatçının, yaptığı işten baştan sona zevk alması gerektiğine dair düşüncelerini geliştirmeyi amaçlamıştı. Ona göre zevksiz seri imalat ürünleri ve dürüst olmayan el sanatları sektörü ancak sanat ve el sanatlarının tekrar birleşmesiyle ortadan kalkabilirdi. 

Duvar Kağıdı Tasarımları: William Morris ve Philip Webb, Sehpa: Charles Voysey, Lamba: Dirk Van Erp

William Morris, bu doğrultuda yaptığı işlerle Arts and Crafts Hareketi’nin öncüsü ve tasarım tarihinin en önemli isimlerinden biri olmuştur. Bu sayede el sanatları yeniden canlandırılarak tasarımın işleve uygun olması ve yalnızca estetik açıdan iyi tasarlanmış nesnelerin, değerli ve kullanışlı olabilecekleri gibi ilkeler öne çıkarılmıştır. William Morris bir keresinde şöyle demiştir:

Her şeye uyacak bir altın kural istiyorsanız, işte bu: Evlerinizde işe yarar olduğunu düşünmediğiniz, güzel olduğuna inanmadığınız hiçbir şey bulundurmayın.

Yaptığı tasarımlarla dönemin ucuz ve kötü seri üretim ürünlerinin niteliksizliğini vurgulayarak el sanatlarını öne çıkarmayı amaçlayan bu yaklaşımı1887 yılında Arts and Crafts Exhibition Society izledi. Zanaatçı-tasarımcı işbirliğini tanıtmak amacıyla düzenli olarak sergiler düzenleyen bu cemiyet, ortak bir zihniyeti ve onu destekleyen bir hareketi ifade etmeye başladı ve bu tür örgütlenmeler Arts and Crafts adı ile anılmaya başlandı. 

Arts and Crafts Exhibition Society’nin faaliyetleri arasında sergiler düzenlemek, eğitim programları sunmak, yayınlar çıkarmak, atölyeler ve stüdyolar kurmak yer alıyordu. Sanat ve El Sanatları hareketinin gelişmesinde önemli bir rol oynayan dernek, el sanatlarının önemini savundu ve bu geleneksel zanaatların korunmasına yardımcı oldu. ACES’in çalışmaları, modern tasarım ve el sanatları üzerinde kalıcı bir etki yaratmıştır.

Sosyalist Bir Aktivist ve Hiçbir Yerden Haberler

Morris’in sanatsal repertuvarı tasarımın çok ötesine uzanıyordu. İzlanda’ya ziyaretlerinden büyük ölçüde ilham aldığı için Eiríkr Magnússon ile birlikte İzlanda destanlarının bir dizi İngilizce çevirisini yaptı. Aynı zamanda The Earthly Paradise (1868-1870), A Dream of John Ball (1888), News from Nowhere (1890) ve The Well at the World’s End (1896) gibi destansı şiir ve romanlarının yayımlanmasıyla da başarıya ulaştı. 

1877’de Viktorya dönemi mimari restorasyonunun neden olduğu hasara karşı kampanya yürütmek için Eski Binaları Koruma Derneği’ni kurdu. Bu, onun tarihi ustalığa duyduğu derin saygının ve mimari mirasın korunmasına yönelik ilgisinin bir kanıtıydı. 

Onun aktivizmi, estetiğin ötesine uzanıyordu. Sadece mükemmel bir sanatçı ve tasarımcı değil, aynı zamanda kapitalizmin ve emperyalizmin adaletsizliklerine karşı öfkelenen kararlı bir sosyalist olan Morris, sosyal konular hakkında giderek daha fazla söz sahibi olmaya başladı. Sosyalist örgütlere üye oldu, endüstriyel kapitalizmi eleştiren sert yazılar yazdı ve hatta işçilerle birlikte grevlere katıldı. Onun ütopik romanı Hiçbir Yerden Haberler, insanların doğayla uyum içinde yaşadığı ve anlamlı işlerle meşgul olduğu, sınıf ayrımlarından arınmış bir gelecek toplumu tasavvur ediyordu.

Kelmscott Malikanesi – Hiçbir Yerden Haberler

1890 yılında yayınlanan Hiçbir Yerden Haberler, hoşnutsuz bir Viktorya Dönemi İngiltere’sinde uykuya dalan ve uyandığında kendisini bambaşka bir gelecekte bulan William Guest’in yaşadıklarını konu alır. Guest, insanların zevk için çalıştığı, tarlalarda ve atölyelerde tutkularının peşinden gittikleri ve sosyal sınıflardan, paradan ve sanayi emeklerinin yorgunluğundan arınmış bir toplumda bulur kendini. Topluluklar doğayla uyum içinde yaşarken, dar Viktoryen konutların yerini büyük ve ortak evler alır. Kitapta Morris’in zanaatkarlık üzerine sosyalist görüşleri her yerde kendini gösterirken, sanat ve güzellik günlük hayatın her köşesine nüfuz eder. Öte yandan hem emek sömürüsü ve emeğin yabancılaşması, hem de ürünün niteliksiz ve estetik yoksunu hale gelmesini simgeleyen makineler de amansızca eleştirilir:

Ciddi olamazsınız! dedi. İşgücünden tasarruf ettiren makinalar mı? Evet, işgücünden tasarruf için (daha açık konuşmak gerekirse, insanların hayatından) yapıldılar ki böylelikle tasarruf edilen işgücü büyük ihtimalle gereksiz başka bir işte kullanılabilsin (ya da harcanabilsin). Dostum, işi ucuzlatmaya yarayan tüm araçlar yalnızca işin yükünün artmasına sebep oldu.

Aslında Morris’in okuyucuya yönelttigi temel soru, mevcut ekonomik düzende üretilen mallann aslında ne kadarına gereksinim duyduğumuz ve ne kadarını gerçekten istediğimizdi. Kitap eşyaların kullanılmak için değil de, adeta satılmak için yapılmasının dönemin bir şakası olduğunun altını çizer:

On dokuzuncu yüzyılın büyük başarısının birer icat, yetenek ve sabır harikası olan, değersiz, işe yaramayan ıvır zıvırlardan sınırsız sayıda üretmek için kullanılan makinaların yapılması olduğunu söylesem yalan söylemiş sayılmam.

Kelmscott Basımevi

William Morris son yıllarında ilk göz ağrısı olan eski masallardan oluşan güzel kitaplara geri döndü. Evinin yakınında Kelmscott Press’i kurdu ve en sevdiği öykü ve şiirleri basmaya başladı. Oxford Üniversitesi’nde lisans öğrencisiyken Chaucer’a olan sevgilerini keşfeden iki eski dost William Morris ve Edward Burne-Jones 1891’de Kelmscott Press’i kurduktan sonra, The Canterbury Tales ve Chaucer’ın diğer eserlerini yayınlamanın bu girişim için önemli bir hedef olacağına karar verdiler. Tamamlanması dört yıl süren ve basımevinin üstlendiği en büyük proje olan Kelmscott Chaucer, Morris’in ideal kitap arayışının doruk noktasını temsil ederken aynı zamanda basılmış en güzel kitaplardan biri olarak kabul edimektedir. Kitaba verilen olağanüstü emeği Edward Burne-Jones şu sözlerle dile getirmiştir:

Gerçekten de kitap bittiğinde, eğer bitirecek kadar yaşarsak, tasarımlarla dolu bir cep katedrali gibi olacak ve bence Morris dünyadaki en büyük süsleme ustası.

Kelmscott Basımevi, Morris’in dönemin düşük standartlardaki seri kitap üretimine karşın, Orta Çağ’ın süslü ve resimli el yazmalarının güzelliğini ve sanatını yeniden canlandırmanın bir yolu olarak gördüğü son yaratıcı girişimi olması açısından önemliydi. Özenle hazırlanan her Kelmscott Basımevi kitabı, o zamanın fabrikada üretilen ciltlerinden çok uzaktı. Yüksek kaliteli kağıt, Morris’in kendisi tarafından tasarlanmış el harfleri ve karmaşık tahta baskı resimleri ile kitap tasarımına sanatsal bir katman daha eklemiş oldu. Her Kelmscott Basımevi kitabı piyasayı saran seri üretilen mallarla keskin bir tezat oluşturarak onu sanatsal ve sosyal isyanın güçlü bir amblemi haline getirdi. 1891 ile 1898 yılları arasındaki yedi yıllık faaliyeti boyunca 53 kitap yayınlayan Kelmscott Basımevi sonraki nesillere kitap tasarımı konusunda esin kaynağı olmuştur.

Sosyal Adalet Mirası ve Morris İkilemi

Kelmscott Basımevi William Morris’in son büyük eseriydi. Efsanevi enerjisi azalıyordu. Jane, Burne-Jones’un eşi Georgie’ye kötü haberi yazarken, ‘Hastalık William Morris olmak ve günde 18 saat çalışmak’ demişti. Zira doktoru Morris’in on adamdan daha fazla iş yaptığını söylemiş ve şöyle eklemişti:

William kongreyi umursamadı. İstediği gibi yaşadı, istediği kadınla evlendi ve diğer sanatçılara, şairlere ve arkadaşlara merkez olarak açtıkları evler yarattılar; işte bu cömertlik ruhu gerçekten ortaya çıkıyor.

Gerçekten de William ve Jane Morris yaşadıkları çağın ötesinde bir vizyonla, bir Viktorya dönemi evinin nasıl olması gerektiği fikrini ortadan kaldırdılar. Viktorya döneminin erkeklerle kadınların sosyal rollerini hane içinde ayıran toplumsal kurallarına rağmen, onlar oldukça farklıydı. Yeri geldiğinde sanatçı dostlarıyla paylaştıkları ve bir üretim merkezi haline getirdikleri, yeri geldiğinde ise sosyalist toplantıların buluşma mekanı haline gelen mütevazi evleri adeta bir başkaldırının simgesiydi. Viktorya döneminin kasvetli ve katmanlı dekorasyon anlayışının aksine, Morris ideal konutu zımparalanmış zeminler, beyaz badanalı duvarlar, dışarıda yeşil ağaçlar ve akan sular ile tasvir ediyordu. Ona göre, sahip olduğumuz şey iyi yapılmış olduğu sürece çok fazla eşyaya ihtiyacımız yoktu.

William Morris, arkasında zengin ve çok yönlü bir miras bırakarak 1896’da öldü. Ancak onun sosyalist ideallere olan bağlılığı ve ütopik vizyonu, daha adil ve eşitlikçi bir toplum arayanlar arasında halen yankı bulmaya devam ediyor.

Bazıları Morris’i, sanatın sosyal değişime ilham verme gücünün, insanın güzelliğe ve zanaatkarlığa olan tutkusunun bir simgesi olarak görse de, bazıları onu zaman içerisinde değişen üretim tarzından dolayı, ticari başarı uğruna ideallerinden ödün vermek zorunda kalan bir figür olarak görüyor.

Morris, güzel nesnelerin sadece zenginlerin değil tüm insanların hayatlarını iyileştirme gücüne sahip olduğuna inanıyordu. Nitekim kurucu ortağı olduğu tasarım firması Morris & Co., tasarımlarını duvar kağıdı, tekstil ve mobilya üzerinden yeniden üretmeye başladığında, bu seri üretilen ürünler daha uygun fiyatlıydı ve orta sınıfa Morris’in estetiğinden bir dokunuş getiriyordu. Ancak bu başarının bir bedeli vardı. Seri üretim eylemi Morris’in temel ilkelerine aykırıydı. Yetenekli zanaatkarların yerini, tekrarlayan işler yapan fabrika işçileri almıştı. Morris zanaatkarlığın gerilemesinden ve işçilerin emeklerine yabancılaşmasından yakınsa da, seri üretimin demokratikleştirme potansiyelinin de farkındaydı. Morris & Co., fabrika üretiminin kısıtlamaları dahilinde bile kaliteli malzemelere ve iyi tasarıma öncelik verdi. Bir bakıma Morris, sistemi değiştiremese de işçi sınıfının evlerine biraz güzellik ve sanat getirerek tasarımı sosyalleştirmeye çalışıyordu.

Bu ikileme rağmen tasarımları sanatçılara ve tasarımcılara ilham vermeye devam ediyor ve yıllar sonra bile endüstriyel yabancılaşmaya yönelik eleştirisi günümüzün seri üretim dünyasında geçerliliğini koruyor. Belki de Morris’in gerçek değeri, sosyalist ideallerine koşulsuz bağlılığında değil, kapitalist sistemin kısıtlamaları içinde bile sanatın gündelik hayatta kapladığı sınırları genişletme çabasında yatmaktadır. 

Bugün William Morris’in mirası halen yaşıyor. Orijinal Morris & Co. 1940’larda kapanmış olsa da tüm arşivi satın alan Sanderson grubu o zamandan beri tasarımları basmaya devam ediyor ve belki Morris’in de arzu edeceği gibi azınlığa mahsus bir ayrıcalık olmaksızın tasarımları İngiltere’deki her eve giriyor. Üstelik sadece girmekle de kalmıyor, hala zamansız zarafetleri için beğenilen bu tasarımlar; tıpkı bir çilek hırsızı gibi güzelliğin ve anlamın günlük yaşamda bulunabileceğini ve yaratma eyleminin kendi başına bir neşe ve tatmin kaynağı olabileceğini hatırlatıp insanın yüzünde bir gülümseme yaratıyor.