Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Wittgenstein’ın Tractatus’u: Dilin Mantıksal Resmi

Müzik, Eğitim ve Savaş

20. yüzyılın önemli filozoflarından Wittgenstein, zengin ve kültürlü bir ailenin çocuğu olarak Avusturya-Macaristan imparatorluğunda dünyaya geldi. Annesi, entelektüel birikime sahip, sanata ilgi duyan bir piyanistti. Kendisi gibi çocuklarının da sanatla özellikle de müzikle iç içe büyümesi için özel bir çaba sarf etmişti. Wittgenstein’ın dili resmetmeye çalışıp dil ve anlamsızlık üzerine bu kadar düşünmesinin, çocukluğunda müzik dolu bir evde, müzik eğitimi de alarak büyümesiyle ilintili olduğu düşünülür. Notaların anlattıklarından, yaşattığı duygu ve düşünce selinden yola çıkarak, dili resmetmek, düşünce- dil düzlemini incelemek istediğine inanlar oldukça fazladır.

Wittgenstein Ailesi

Wittgenstein için hocaları Russell ve Frege de onun hayatında ve düşüncelerinde özel bir yer tutar. Onlarla hem kişisel hem de entellektüel bağlamda kurduğu ilişkiler düşüncelerinin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Mantıkla ilgili çalışmalarına başlamadan önce Frege’nin yazılarından etkilenen Wittgenstein, onunla tanışmış ve mantık üzerine tartışmalar yapmıştır. Daha sonrasında ise Frege tarafından mantık konusunda daha fazla çalışma ve araştırma yapması için Bertrand Russel’ın yanına gönderilmiştir. Akademik danışman olarak Russel’ın yanında Cambridge Üniversitesi’nde görev alan filozof, zamanla düşünsel anlamda Russel ile fikir ayrılıkları yaşamaya başlamıştır. Russell’a göre mantığın dili mükemmel olmalıdır, tıpkı günlük hayatta kullandığımız dilin mükemmellikten uzak olması gibi. O mantığı matematiği temellendirmek için kullanır. Frege ise mantığı doğru bir ifade tarzı oluşturmak için kullanır. Bu bağlamda Wittgenstein, Frege’ye daha yakın konumlanır. O mükemmeliyet gibi bir kaygı ya da takıntı taşımıyordur. Hatta dostu Russell’a amacını şöyle açıklar.

Ben önermeyle neler anlatılabilir, neler anlatılamaz sınırlarını belirlemek istiyorum.

Her iki düşünürle inişli çıkışlı bir ilişkisi olmasına rağmen Wittgenstein, düşüncelerin gelişiminde yaptıkları tartışmalara ve fikir alışverişlerine çok şey borçludur. 

Eğitimi sırasında, I. Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılmaya karar veren Wittgenstein, savaşta yaşadığı zorluklar ve ölümle burun buruna gelmesi sonucu da şu çıkarımda bulunmuştur.

Dünyanın anlamı, bu dünyanın içinde değil…

Wittgenstein, I.Dünya Savaşı’nda

Tractatus Logico-Philosophicus 

Wittgenstein, Tractatus’u savaşta esir alındığı sırada tamamlamıştır. Eserinde, dilin ve dünyanın mantıksal bir resmini sunmayı amaçlamıştır. Özünde dili dünyanın bir resmi olarak görür ve kelimeler, nesneleri temsil eder der.

Wittgenstein, gündelik olarak kullandığımız dilin yeterli olduğunu söyler ve ekler. 

Yanlış kullansak da gündelik iletişim boyutunda birbirimizi bir şekilde anlayabiliyoruz. 

Bu nedenle onu idealize etmek gibi bir çalışmaya gereksinim duymaz. O, metafiziğin temel olarak gördüğü mantık üzerine çalışmaya başlar. Dilin, bir yeti değil yapay ve tamamen mantığa bağlı oluşturulmuş bir sistem olduğuna inanır. Onun ele aldığı dünya, fiziki dünya değildir, mantığın dünyasıdır. O, her şeyin temeline mantığı yerleştirmiştir ve mantığın sınırlarını aşmamalıyız der. Bu nedenle de mantıktan hareketle dili ve düşünceyi anlamlandırma çalışmasına girmiştir. 

Mantığın olanakları ile dilin doğasının birbirini kapsaması gerektiğini düşünen Wittgenstein ilk öncül olarak, dilimizin ve düşüncelerimizin mantığın sınırları içerisinde olması gerektiğini söyler. Mantığı, önermeler üzerinden araştıran filozof, cümle ile ifade edilebilen düşüncelere önerme der. Önermeler ve gerçek olgular arasında yapısalcı bir bağlantı kurar. Önermelerin doğru ya da yanlış olabileceğini, bunun ifade etmekten bağımsız olduğunu söyler. İşte bu noktada, cümle ile önerme biçimsellik açısından birbirinden ayrılır. Cümle, bir şekildir, dilbilgisi açısından düzgün olan şeydir, bu nedenle önermeden farklı olarak ona doğru ya da yanlış değeri veremeyiz. Burada da şöyle bir çıkarımda bulunur:

Doğru ya da yanlış değeri veremediğimiz şeyler, anlam dışı kalır, bir nevi saçmadır.

Wittgenstein, Tractatus’da önermeleri ikiye ayırır.

1- Olgu Önermeleri

Wittgenstein’a göre olgu, nesnelerden meydana gelen yapıdır. Nesne ise bir adın karşılık geldiği yapıdır. Bu kategorideki önermelere, anlamlı önermeler diyebiliriz. Çünkü doğru ya da yanlış olması bir olguya bakılarak belirlenebilir. Tıpkı doğa bilimlerindeki olaylar gibi. Bunların bir diğer adı da olgu önermeleridir.

2- Biçimsel Önermeler

Herhangi bir anlam yüklü olmayan önermeler bu kategoride yer alır. Örneğin, matematik önermeleri bir olguya karşılık gelmediği için bu kategoride yer alabilir. Wittgenstein’da anlamsız olmak bir olguya karşılık gelmemeye eşittir. Fakat bu doğru ya da yanlış olma durumlarını etkilemez.

Tractatus’da bahsedilen bu iki önerme tipinin temel ortak noktası, ikisinin de doğruluğunun ve yanlışlığının kanıtlanabilir olmasıdır. Birisinin doğruluğu olgularla karşılaştırılarak, diğerinin doğruluğu ise biçimlere, tanımlara göre belirlenir.

O, Tractatus’ta söylenebilen ve söylenemeyeni ayırt etme işine girer. Doğa bilimi önermeleri yani olgu önermeleri söylenebilenlerdir. Çünkü doğruluk-yanlışlık değeri taşımalarının yanı sıra bir nesne karşılıkları vardır, anlamlıdırlar ve olgusal tasvire dayanırlar. Mantık, etik, matematik ise bize doğa hakkında tasvir vermez, bu da onları bu kategorinin dışında tutar. 

Biçimsel tasviri olan söylenemeyenlerin işlevi vardır, tanımı vardır. Wittgenstein, söylenemeyenleri de kendi içinde türlere ayırır. Mantıksal yapıyı gösteren, olgusal tasviri olmasa da tanımı olan matematik ve mantık; biçimsel tasviri olmayan hatta doğrulanabilir ve yanlışlanabilir de olmayan etik, estetik, din gibi alanlardan ayrılır. 

Boş Bir Biçim, Özden Nasıl Bahsedebilir?

Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.

Hakkında konuşamadığın şeyler hakkında susmalısın.

Söylenemeyen, adeta bir sınır koyucudur; dil dünyamızın sınırını belirler. Bu dünya dışında kalan transandant (aşkın) bir dünya varsa da mevcut dil dünyamızda ifade edilemezdir. Yani söylenemeyen, mümkün dil dünyasının dışında yer alan şeyler için kullanılmamıştır, bunun aksine mevcut dil dünyamızdaki dilin sınırını ifade eder. Bunun sebebi de olgulara dayanmasa bile biçimsel tasvirinin ve doğruluk-yanlışlık düzeyinin olmasıdır. Yukarıda da bahsettiğimiz her iki durumu da kapsamayan cevabı olmayan, doğruluk-yanlışlık değeri olmayan söylenemeyenlerden olanlar hakkında susmalı ve konuşmamalıyız der. Örneğin Tanrı hakkında konuşmak doğru değildir, susulmalıdır. Çünkü onu dil boyutunda yeterli bilgi ve argümanlar ile anlatmak mümkün değildir. Bu ifade edilemeyenleri, dile getirmeye çalışmak dili yanlış bir şekilde kullanmaya yol açar. Bu paralelde de yanlış dil kullanımına en büyük örnekler, metafizik ve dinsel metinlerde yer alır. Çünkü bu alanlar, özleri gereği anlamı-dışı ifadelerden oluşur. Böylelikle Wittgenstein, doğa bilimleri ile bilimsel olmayan ifadeleri ayırmaktadır. Bu tutumu ile de doğa bilimlerinin yerine geçmeye çalışan nesne karşılığı olmayan metafizikleri eleştirmiştir. Rasyonel, bilimsel metafizik fikrine karşıdır. Wittgenstein dilin sınırlarını belirlediği gibi felsefenin de sınırlarını çizmiş olur ve onun görevini açıklar. Felsefenin görevi, dil kullanımında oluşan yanılgıları düzeltmek ve dilin sınırlarını göstermektir. Yani felsefe, dilin mantığını netleştirir, anlamsız önermelerin üzerindeki bulanıklığı temizler.