Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Karşı Kültürün İkilemi: Beyaz Zenciler, Hipsterlar ve Beat Kuşağı

Doğduğumuzda bize miras kalan o gerçeklik kafesinin içinde ve ona karşı şeklimizi alırız. (James Baldwin, Everybody’s Protest Novel)

Norman Mailer’ın 1957’de Dissent’te yayınlanan “The White Negro: Superficial Reflections on the Hipster” adlı makalesi, deyim yerindeyse kültürel bir bomba etkisi yarattı. “Beyaz Zenci”nın, tıpkı Jack Kerouac’ın “On the Road”unun efsanevi yol haritasını ve Allen Ginsberg’in “Howl”unun şiirsel vasiyeti temsil etmesi gibi Beat Kuşağı’nın “entelektüel manifestosu” haline geldiğini söyleyen Mailer’ın biyografi yazarı J. Michael Lennon, aynı zamanda metnin II. Dünya Savaşı’ndan sonraki çeyrek yüzyılda en çok tartışılan Amerikan makalesi ve dönemin en çok basılan makalesi olduğunu iddia eder.

Peki “Beyaz Zenci” neden bu kadar tartışma yarattı?

Norman Mailer’ın ırk, kimlik, cinsellik ve 1950’lerin Amerikan kültür manzarası üzerine derinlemesine inen kışkırtıcı denemesi “Beyaz Zenci”, Afro-Amerikan kültürünün bazı unsurlarını benimseyerek beyaz kimliğinin sınırlarını aşmaya çalışan “hipster” kavramını ele alır. Mailer’ın ana argümanı, “beyaz zencinin” savaş sonrası dönemin varoluşsal krizine bir tepki olarak ortaya çıktığıdır. İkinci Dünya Savaşı’nın dehşeti ve nükleer yok olma tehdidinin, geleneksel değerlere ve kurumlara olan inancın yitirilmesine yol açtığını öne süren “Beyaz Zenci” şöyle başlar:

Muhtemelen, bu yıllarda yaşayan hemen hemen herkesin bilinçaltında meydana gelen toplama kamplarının ve atom bombasının yarattığı ruhsal tahribatı hiçbir zaman tespit edemeyeceğiz.

II. Dünya Savaşı’nda yaşanan iki büyük dehşetin, holokost ve atom savaşının izleri, geri dönüşü olmayacak bir şekilde insanların zihnine kazınarak yaşam ve ölümün anlamını sorgulamasına neden oldu. Milyonlarca insan kendi hataları olmadan yok edilebileceği gerçeğiyle yüzleşti, yaşamlarının ve dolayısıyla ölümlerinin gerçekte neyle ilgili olduğunu gözden geçirmek zorunda kaldı. Batı medeniyetinin cevapsız kaldığı bu noktada, savaş sonrası ekonomik refah ve materyalizm vurgusu yardıma koştu. Kitle iletişim araçlarının reklamcılık ve pazarlama yoluyla dayattığı tek tip kitle kültürü anlayışı insanların düşünmeksizin ve sorgulamaksızın tüketime teşvik edilip konformist bir hale büründüğü, kurumsal başarı ideali ve kusursuz çekirdek aile imajının pompalandığı bir dönemi beraberinde getirdi.

Mailer, savaştan ve toplama kamplarında olup bitenlerin ifşa edilmesinden sonra birinin birey olma ve kendi sesiyle konuşma cesaretini güçlükle koruyabileceğini yazar:

Bunlar uyum ve depresyon yıllarıdır. Amerikan yaşamının tüm gözeneklerinden bir korku kokusu geldi ve biz toplu bir sinirsel çöküntüden muzdaripiz. Nadir istisnalar dışında tek cesaret, izole insanların izole cesaretiydi.

Norman Mailer

Amerikan yaşamının her zerresine sinen bu konformizme karşı çıkan Mailer, uyumluluğu reddeden ve anı yaşayıp doğaçlamayı benimseyen hipster kavramı ile canlılık ve özgünlük duygusunu yeniden kazanmanın bir yolunu sunar. 1950’lerin savaş sonrası kasvetinde bir fenomen olarak ortaya çıkan hipster hem “atom savaşıyla anında ölüm” hem de “uyumla yavaş ölüm” tehditlerine karşı “hayat veren bir cevaba” sahiptir:

Eğer yirminci yüzyıl insanının kaderi ergenlik çağından erken yaşlılık dönemine kadar ölümle yaşamaksa, bu durumda neden hayat veren tek cevap ölümün şartlarını kabul etmek ve onunla anlık bir tehditmişçesine yaşamak, kendini toplumdan soyutlamak, köksüz var olmak, benliğin asi buyruklarına doğru o keşfedilmemiş seyahati gerçekleştirmek olmasın? Kısaca hayat ister suçlu ister suçsuz olsun, mesele insanın içindeki psikopatı cesaretlendirip güvenliğin can sıkıntısı ve dolayısıyla hastalıktan başka bir şey olmadığı bir deneyim alanı keşfetmektir.

Mailer, dönemin kültürel kısırlığından kaçınmak için siyahi çevreyi taklit eden hipster’lara, toplumsal marjinalliği nedeniyle sürekli ölüm tehdidiyle yaşamak zorunda olan “Zenci”yi örnek gösterir:

Yaşamak isteyen her zenci ilk günden beri korkuyla yaşamak zorundadır ve hiçbir deneyim ona rastgele gelmez, hiçbir zenci sokakta gezinirken bu yürüyüşte başına bir şey gelmeyeceğinden emin olamaz. Sıradan bir beyaz için güvenliğin tanımlayıcı rolü: anne ve ev, iş ve ailedir ki bunlar milyonlarca zenci için alay konusu bile değildir, imkansızdır. Bir zenci için seçenekler çok basittir: sürekli bir tevazuyla yaşamak ya da her daim tehdit eden bir tehlike içinde yaşamak.

Mailer, zencinin bedeninin ihtiyaçlarının peşinden giderek yetiştiğini ve ilkel yaşam sanatıyla ayakta kaldığını belirtir. Çok daha zorunlu olduğu için zihninin zevklerinden vazgeçerek bedeninin zevkleri için yaşamış ve cumartesi akşamı dövüşleri ile geçinip müziği yoluyla varoluşunun karakterine ve niteliğine ses vermiştir. Mailer, hipsterların da bir şekilde “zencinin varoluşçu sinapslarını” özümseyerek, eski beyaz alışkanlıklarının yerini yeni siyah alışkanlıklara bıraktığı duygusal bir dönüşüm geçireceğini ve pratikte beyaz bir zenci sayılabileceğini söyler. 

Beyaz Zenci ve Beat Kuşağı

blank
©John Cohen, National Portrait Gallery – Jack Kerouac

Yayınlandığı günden bu yana tartışmalara yol açan “Beyaz Zenci”, kimi zaman Kerouac, Ginsberg ve Burroughs gibi Beat’lerle bir tutuldu ve cinsel şiddet de dahil olmak üzere, şiddetin kendi çağındaki içgüdüsel bastırmaya meşru bir tepki olduğu yönündeki önerisi nedeniyle kınandı. Nitekim Afro-Amerikan kimliğinin basmakalıp inşası ve erkeksi söyleminin önerdiği cinsiyet ve eşcinsellik varsayımları da sıklıkla eleştirildi.

Bohem yaşam tarzı, caz ve uyuşturucuya olan ilgisiyle öne çıkan hipster, hem Mailer hem de Kerouac için değerleri ve yaşam tarzı sayesinde kendini düzenci toplumun pençesinden kurtarabilecek bir figür haline geldi. Beat Kuşağı’nın İncili olan “Yolda”, 1951 yılında tamamlansa da 1957’ye kadar yayınlanmadı. Aynı yılın başlarında Norman Mailer, dönemin toplumsal koşullarını gözler önüne seren ve sistemden bir çıkış yolu sunmaya çalışan “Beyaz Zenci” ile ortaya çıktı. Aynı dönemin gerçeğini yansıttıkları için “Beyaz Zenci” ve “Yolda” birçok bakımdan paralellik gösterir.

Gary T. Marx “The White Negro and the Negro White” adlı makalesinde, hem orta sınıf zencinin hem de beatin haklı bir öfke duygusuna sahip olduğunu ve diğerinin davranışı üzerinden öznel bir statü kazandığını belirtir. Bu durumda zenci kendini normal bir orta sınıf kişisi, beyazı da bir sapkın olarak görüyordu. Beyaz ise kendini hipin orijinal kaynağı olarak görülen zenciden daha hip ve zenciyi de oldukça square* olarak görerek statü kazanıyordu.

Üstelik hem beatler hem de orta sınıf zenciler, tam da zıt nedenler yüzünden egemen toplumun düşmanlığını uyandırabilirdi. Zenciler sisteme girdikleri için korku yaratırken, beatler ise tam tersi bir nedenden ötürü, sistemden çıkmak istedikleri için nefret uyandırıyorlardı. Sistemi en öfkeyle reddedenlerin, onu en derinlemesine deneyimlemiş olanlar olması ve onu bu kadar hevesle kabul edenlerin ise sistemi en yeni benimseyenler olması da muhakkak bir tesadüf değildir.

Sistemden çıkmak isteyen beatler sadece siyah oldukları için zencileri ararlar, onlarla ve onların çevresindeyken sistemin dışında olduklarını hissederler. Ama aslında beatlerin zencilerle bu kadar kolay özdeşleşebilmeleri, onların jargonlarını kullanıp onların müziklerini dinlemeleri, ne siyah bir adam olmanın ne anlama geldiğini anlamaları, ne de onlar tarafından kabul görmeleri için yeterli olur. Hipsterların kendilerine acil bir sığınak ararmışcasına giriştikleri bu yersiz yakınlık ve özdeşleşme, doğası gereği hiçbir zaman gerçek anlamda karşılık bulamaz. Siyah kültürü romantize edip yeterince idrak edememekle eleştirilen Kerouac da, “Yolda”da zencinin hayatına öykünür:

Caddenin karşı tarafında Negro aileleri evlerinin önlerindeki merdivenlerde çene çalıyorlar, ağaçların arasından yıldız dolu gökyüzünü seyrediyorlar, o yumuşaklıkta sükun buluyorlar, arada sırada da maça bakıyorlardı. Trafik yoğundu, arabalar kırmızı ışık yanınca köşede duruyorlardı. Heyecan vardı burada. Hava, hayal kırıklığı nedir bilmeyen, “beyaz elemler” nedir bilmeyen, hakikaten neşe dolu bir hayatın titreşimleriyle yüklüydü.

Mailer da “Beyaz Zenci”de zencinin sunmak zorunda kaldıklarının hipsterlara nasıl çekici geldiğini şöyle dile getirir:

Eğer marihuana nikah yüzüğü olsaydı, çocuk Hip’in dili olurdu çünkü argo, en azından Hip olan herkesin paylaşabileceği soyut duygu durumlarını ifade ediyordu. Ve siyahla beyazın bu evliliğinde kültürel çeyizini getiren Zencidir.

©Associated Press – Norman Mailer ve Muhammad Ali, 1965

Ned Polsky buna yanıt olarak, “Beyaz Zenci, gerçek Zenci’yi bütünüyle bir insan olarak değil, Mailer’ın ifadesiyle, oldukça belirlenmiş ve kısıtlanmış bir ‘kültürel çeyiz’ getiren kişi olarak kabul eder” yorumunu yapar. Nitekim Kerouac, Afro-Amerikanlar ile ne kadar özdeşleşse de, onları üreten koşullardan çok, onların “kültürel çeyiz” ideolojisiyle daha fazla ilgilenmektedir. “Yolda”daki caz kullanımını şekillendiren, siyah kültürüne ilişkin ilkel görüş, sıklıkla müziğin ve köken aldığı kültürün önemli unsurlarını abartılı bir şekilde temsil ederek çarpıtır:

Aynı gece Fillmore-Geary’de Lampshade’i tanıdım. Lampshade Frisco’nun müzikli barlarının müdavimi olan iriyarı bir zenciydi. Paltosu, şapkası ve kaşkoluyla sahneye fırlayıp şarkı söylüyordu, coşkusundan alnındaki damarlar şişiyordu, umutsuzluk dolu bir blues fışkırıyordu yüreğinden, bütün kaslarını sarsarak. Diyordu ki: “Cennete gitmek için ölmeyin, Doctor Pepper’a başvurup viskiyle bitirin işi”. Sesi gümbür gümbürdü. Yüzünü buruşturuyor, kıvranıyor, terliyordu. O gece masamıza geldi, eğilip “Tamam!” dedi, sonra da başka bir bar bulmak üzere yalpalaya yalpalaya uzaklaştı. Ya Connie Jordan? Şarkı söylerken kollarını hiç aşağı indirmiyor, teriyle herkesi ıslatıyor, mikrofonu tekmeliyor, kadınsı çığlıklar atıyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde onu Jamson’s Nook’ta, pestil gibi, çökük omuzları ve iri iri açılıp boşluğa dikilmiş gözlerle vahşi caz parçaları dinlerken görüyordunuz, önünde bir içki bardağı oluyordu. Onlar kadar çılgın müzisyen yoktu dünyada. Frisco’da yaşayanlar uçuyorlardı, bulundukları yer kıtanın sonuydu, dünya yansa umurlarında değildi.

Caz ruhunun kitaba etkisi inkar edilemese de, Kerouac’ın müziği algılayışı beyaz kültür tarafından dışlanan Afro-Amerikan caz müzisyeni imgesi ile romantik özdeşleşmesi yoluyla gerçekleşir. Kerouac bunlara büyük ölçüde beyaz kültürün gözünden bakar; müziğin toplumsal niteliğini ve izleyici ile icracı arasındaki alışverişi, Afro-Amerikan kültürünün önemli bir parçası olmaktan ziyade müzik çılgınlığının bir başka kanıtı olarak görür ve müziğin özünde bulunan ironiyi kaçırır. 

Siyah Çocuk Beyaz Çocuğa Bakıyor

Esquire, 1961

20. yüzyıl Amerikan edebiyatının iki önemli ismi olan James Baldwin ve Norman Mailer, karmaşık ve sıklıkla tartışmalı bir ilişkiye sahipti. Her iki yazar da zamanlarının ırksal, cinsel ve toplumsal sorunlarıyla derinden ilgileniyordu, ancak bu sorunlara yaklaşımları belirgin şekilde farklıydı. Baldwin, Mayıs 1961’de Esquire’de yayınlanan “Siyah Çocuk Beyaz Çocuğa Bakıyor” adlı makalesinde bu farklılığı şöyle dile getirir:

Norman ve ben şu konuda benzeriz: İkimiz de başkalarının bizi aşağılayacağından şüphelenir ve vurulmadan önce vururuz. Sadece stillerimiz çok farklı: Ben Harlem sokaklarından gelmiş siyah bir çocuktum ve Norman orta sınıf bir Yahudiydi.

Siyah bir yazar olan Baldwin’in, kendi ırksal ayrımcılık ve dışlanma deneyimlerinden yararlanarak ortaya koyduğu güçlü eserleri, genellikle değişimin ve toplumsal adaletin altını çiziyordu. Mailer ise erkeklik, şiddet ve varoluşçuluk temalarını konu alan beyaz bir yazar olarak, kışkırtıcı eserleri yüzünden sıklıkla kadın düşmanı ve ırkçı olmakla itham ediliyordu.

“Siyah Çocuk Beyaz Çocuğa Bakıyor” adlı makalesinde James Baldwin, Mailer’ı siyah aşırı cinselliğini ve şiddetini bir dizi eski stereotipe dayandırması nedeniyle eleştirir. “Beyaz Zenci”nin, Afro-Amerikan yaşamına dair ilkel bir fantezi sunduğunu ve Mailer’ın makalesini, beyazların kendi cinsel güvensizliklerine bir merhem olarak siyah cinsel gücü fantezilerini çağırma eğiliminin daha geniş bir belirtisi olarak nitelendirerek diğer pek çok kişi gibi Mailer’ın da zencilerin cinselliği mitinden vazgeçmeyi reddettiğinden hayıflanır:

Ne yazık ki, hala doğru olan şey, bir Amerikan zenci erkeği olmanın aynı zamanda bir tür yürüyen fallik sembol olmak olduğudur: bu, kişinin kendi kişiliğinde başkalarının cinsel güvensizliği için bedel ödediği anlamına gelir. Bu nedenledir ki, siyah bir çocuğun beyaz bir çocukla ilişkisi çok karmaşık bir şeydir.

Beyaz çocuğun en büyük yanılgısı muhtemelen siyah çocuğun ortamına girdiğinde, siyah çocuk gibi davrandığında, siyah çocuk gibi olacağını düşünmesinden ileri gelir. Oysa ki ne kadar onunla bir olduğunu düşünse de, beyaz çocuğun göremediğini siyah çocuk görür. James Baldwin, Mailer ile Paris’teki ilişkilerini yorumlarken şöyle yazar:

Aralarında bazen kendimizi bulduğumuz Zenci caz müzisyenleri onu [Mailer] uzaktan yakından ‘hip’ olarak görmediler ve Norman bunu bilmiyordu ve ben de ona söyleyemedim.

©Getty Images – Baldwin ve Mailer

Baldwin, Mailer’i eleştirmekle beraber o dönem Kerouac ve diğer beat yazarlara karşı daha tahammülsüzdü. Beyaz insanlarla ilgili sorununun uzun süre onları ciddiye alamaması olduğunu söyleyen Baldwin için onlar, memeden alındığı için ağlayan çocukları hatırlatıyordu ve masumiyetleri kendisi gibi insanlar için bir tehlikeydi. Baldwin “Yolda”dan bir alıntı yaparak kendisinin Cennet Bahçesi’nin kaybı olarak gördüğü şey hakkında Keourac’ın daldığı derin düşünceleri iletir:

Leylak rengi akşamlarda yürüdüm, her tarafım zonklarken, Denver’ın zenci mahallelerinde, Welton’ın ve 27. Cadde’nin ışıkları arasında, kendi kendime neden Negro olmadığımı sorarak, beyaz dünyanın bana sunmuş olduğu sevincin, hayatın, neşenin, şamatanın, karanlığın, müziğin ve gecenin yetersizliğini hissederek. Kağıt kaplarda bol baharatlı sıcak çili satan ufak bir kulübe görüp durdum ve esrarlı karanlık sokaklarda dolaşarak çili yedim. Denver’da bir Meksikalı, hatta deliler gibi çalışan yoksul bir Japon olmayı istedim, ama ne kasvetli ve ne acıydı ki hayal kırıklığına uğramış bir ” beyaz”dım. Hayatım boyunca beyazlara özgü hırslarım olmuştu, San Joaquin vadisinde Terry gibi bir kadını bırakır mıydım yoksa? Meksikalı ve Negro evlerinin karanlık verandalarına bakıp içerden gelen yumuşak seslere kulak verdim, insanın aklını başından alan gizemli bir kızın esmer dizini gördüm, güllerle süslü kameriyelerin altında erkeklerin karanlık yüzlerini seçtim, bilge edasıyla eskimiş sallanan koltuklarda oturan küçük çocukları seyrettim. Bir grup zenci kadın geçti yanımdan, genç olanlardan biri anne kılıklı olanlardan ayrılıp bana doğru birkaç adım attı, “Merhaba Joe!” dedi ve benim Joe olmadığımı anlayınca kıpkırmızı bir yüzle koşarak uzaklaştı. Keşke Joe olsaydım. Ben sadece bendim: bu menekşe rengi karanlıkta, bu dayanılmaz tatlılıktaki gecede aylaklık eden ve Amerika’nın mutlu, içi dışı bir, kendi halinde Negrolarıyla dünyaları değiş tokuş etmek isteyen, efkarlı Sal Paradise.

Yukarıdaki metni saldırgan bir saçmalık olarak niteleyen Baldwin, Kerouac’ın Harlem’deki Apollo Tiyatrosu’nun sahnesinde bunu yüksek sesle okuyacak kadar deli olması durumunda kendimi onun yerinde görmek istemezdim der. Ve yine de metnin içinde gerçek bir acı ve kayıp olduğunu, lakin bunun sulandırılmış bir çorba kadar ince olduğunu, bu yüzden de gerçeğe değil, bir rüyaya atıfta bulunduğunu söyler.

Tıpkı bütün bunlardan bir süre önce, Mailer’ın bir keresinde Baldwin’e “Gücün gerçekten nasıl işlediğini ayrıntılı olarak bilmek istiyorum” demesi gibi. Baldwin “Gücün nasıl işlediğini anladığını, çünkü anlamasaydı ölmüş olacağını” söyler. Norman Mailer ve Sal Paradise için bunların hepsi hala bir oyundu. Ama Baldwin için bu her zaman bir hayatta kalma mücadelesiydi.

©Ralph Gatti, AFP – Getty Images – James Baldwin

James Baldwin, adını bir köle şarkısında İncil’den yeniden yaratılan bir kehanetten alan kitabı “The Fire Next Time”da şöyle der: 

Eğer bizler -ve şimdi kastettiğim, âşıklar gibi diğerlerinin bilincini ısrarla talep eden veya yaratan, nispeten bilinçli beyazlar ve nispeten bilinçli siyahlar- şimdi görevimizde tereddüt etmezsek, bir avuç da olsak, ırksal kabusu sona erdirebilir, ülkemize ulaşabilir ve dünya tarihini değiştirebiliriz.” Eğer bu ırksal eşitsizliği sona erdirmek için şimdi bir şeyler yapmazsak, hepimizi yakacak, kutsal bir kehanetin gerçekleşmesi kapıdadır: “Tanrı Nuh’a gökkuşağı işaretini verdi, artık su yok, bir dahaki sefere ateş!”

*Square kavramı sadece muhafazakar ve eski kafalı bir topluluk anlayışı ile sınırlandırılamayacağı, aynı zamanda güncel haberlerden, olup bitenlerden haberi olmayan açık görüşlü ve anaakım kesimi de içine alan bir kavram olduğu için metinde orijinal haliyle kullanılmıştır.

Kapak Fotoğrafı: Self Portrait – Samuel Joseph Brown Jr., 1941