Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Benin’in Kayıp Ruhları: Beyaz Dünyanın Siyah Tanrıları

Sanat eserleri ve antikalar, tıpkı bir aynanın bireylerin ve toplulukların yaşam koşullarını yansıtması gibi, ait oldukları zaman dilimini ve kültürü yansıtırlar. Bu kültürel nesneler ona hayat verenler için sahip olduğu önemle tanımlanırken, yaratıcı süreç ve üretiminden sorumlu grubun kimliği hakkında arkeolojik, etnolojik veya tarihsel bilgiler içerebilir. 

Yüzyıllar boyunca, Afrika ulusları yaşayabilir ve otantik kültürel kimlikler kurmanın yollarını ararken, Afrika sanatı ve antikaları maalesef kendi topraklarının dışında bir akışa sürüklendi. Sömürge dönemindeki askeri ve siyasi fetihlerle, misyonerler ve maceracılar, hatta yöneticiler Afrika deneyimlerinin hatıralarını evlerine götürdükçe, Avrupa ve Amerika’da Afrika antikalarının benzersiz doğasına dair artan bir farkındalık ve yatırım başladı. Bu sömürgeci seferler, Afrika kimliğinin gücünü yansıtan eserleri günden güne silip süpürürken, bazı misyonerler de Afrikalıları gerçek dönüşümün bir kanıtı olarak sözde “pagan kuklalarını” yakmaya teşvik ederek, bu kuklaların en iyi örneklerini sessizce toplayıp ülkelerine götürdüler. Bu faaliyetlerin bir sonucu olarak, yığınlar halinde Avrupa’ya aktarılan Afrika kültürel objeleri, kamu ve özel müzelerde camekanların ardında sessizce geri dönecekleri günü bekliyorlar. 

Kuşkusuz kültürel nesnelerin iade talebinin altında yatan en önemli dayanak noktası, doğa, insan ve onun sanatsal yaratımları arasında köklü ve çözülmez bir bağın bulunması ve Eski Zaire Dışişleri Bakanı Ipoto Eyebu-Bakand’Asi’nin de belirttiği gibi “duyusal bir aura yaydıkları için” bu eserlerin doğal ortamlarında en iyi hallerinde olmalarıdır. Bu kültürel nesnelerin, onlara yüklenen üstün anlamlar neticesinde ataların ruhları gibi insanüstü bir güce sahip olduğuna şüphe yoktur. Bu yüzden doğal ve geleneksel ortamlarından uzaklaştırılması, o gücün sahibi olan ulusun onun mirasından mahrum kalmasıyla sonuçlanır.

Dolayısıyla Afrikalı atalarının el becerisini ve en derin duygularını temsil ederken bir yol gösterici ve ilham görevi gören bu tür eserlerin, hayatta kalan kültürel gelenekleri adına geri getirilmesi ve yaratımlarının merkezine yerleştirilmesi hem doğal hem de adil olandır.

Geri Dönüş Çağrısı ve İade Sorunsalı

Günümüzde sömürgeciliğin sona ermesiyle ilgili konuşmalar artarken dünya çapındaki müzeler, sömürge topraklarından edinilen kültürel eserleri iade ediyor ya da iade etmeyi düşünüyor. Peki bu eğilim son yıllarda nereden çıktı? Bu fitili Emmanuel Macron’un 2017’deki Batı Afrika ziyaretinde, birçok miras nesnesinin iadesini vaat eden çığır açıcı konuşması ateşlemiştir. Macron, Burkina Faso’daki Ouagadougou Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada bu konuyu ilk kez kamuya açık bir şekilde gündeme getirerek meşrulaştırmıştır:  

Afrika mirası yalnızca özel koleksiyonlarda ve Avrupa müzelerinde var olamaz. Afrika mirası Paris’te ama aynı zamanda Dakar, Lagos ve Cotonou’da da sergilenmeli; bu benim önceliklerimden biri olacak. Beş yıl içinde Afrika mirasının Afrika’ya geçici veya kalıcı olarak iade edilmesi için koşulların oluşmasını istiyorum.

Macron’un sözlerinin politik veya diplomatik amaçları tartışılsa da, bu sadece Avrupa ile Afrika arasındaki kültürel ilişkilerde yeni bir dönemin habercisi değil aynı zamanda Afrika ülkelerinin kültürel miraslarının ve hafızalarının önemli bir bölümünü geri kazanma taleplerinin meşruiyetinin kabul edilmesidir.

Aslında bugün kültürel varlıkların Afrika’ya iadesi hakkında yapılan hemen hemen her konuşma, elli yıl önce gerçekleşmiştir. İade mücadelesini üstlenen ilk Afrika hükümeti temsilcisi, ünlü bir Nijeryalı arkeolog ve Nijerya Eski Eserler Dairesi Başkanı olan Ekpo Eyo’ydu. Eyo’nun, 1972’de birkaç Avrupa elçiliğine Benin Bronzları’ndan bazı kalıcı ödünçler talep eden bir genelge göndermesi, Batı müzelerinin kökten boşaltılmasından korkan yetkililer arasında paniğe yol açmıştır.

Batı müzelerinin eserleri kendilerinde tutmak için arkalarına sığındıkları belli dayanaklar vardır. Bunlardan ilki, eserlerin elde ediniminde herhangi bir yasa dışı durum olmadığı ve uluslararası kanunlara ve kurallara uygun bir şekilde envanter listelerine katılmış olduğu iddiası. Her ne kadar iddiaları bu yönde olsa da, Avrupa’daki pek çok müze yöneticisi koleksiyonlarındaki Afrika nesnelerinin büyük çoğunluğunun sömürge döneminden kaynaklandığını gayet iyi bilmektedir. Alman kaşif Richard Kandt’ın 1897’de Berlin Etnoloji Müzesi müdürüne “en azından biraz güç kullanmadan bir nesneyi elde etmek oldukça zordur” diye yazması, aslında müzede sergilenen eserlerin nasıl koşullarda ele geçirildiğini de gözler önüne serer.

Batı kurumlarının iade sürecine itirazlarının ikinci bir dayanağı ise Afrika müzelerinin kendi eserlerini koruyup muhafaza edebilecek uygun standartlara sahip olmadıkları iddiasıdır ki, bu kalıntılar yağmalanmadan önce Afrika’da yüzyıllarca hayatta kalmıştır. Birçok Afrikalının saçma bulduğu bu argüman için Nijeryalı sanat tarihçisi Chika Okeke-Agulu, bunun kendisine “çalıntı bir BMW’yi iade etmeden önce güvenli bir tesis inşa edilmesini talep eden bir hırsızı” hatırlattığını söylemiştir.

Böylelikle neredeyse kendilerini Afrika kültürünün koruyucuları olarak konumlandıran Batılı müzeler ve sanat uzmanları sömürgeci yağmayı bir kurtarma eylemi olarak lanse edip sözde kültürel mirası taşralı propagandacılardan korur. Hatta sanat eserlerini iade etmenin, müzelerin koleksiyonlarını zayıflatıp insanların kültürel deneyim ve eğitim almasını zorlaştıracağını ve böylelikle kültürel mirasın kaybına yol açacağını da empoze ederler.

İadeye karşı gelen en güçlü itirazlardan birinin dayanak noktası da sanatın kökenlerine göre bölünmesinin tehlikeli ırk ve ulus kurguları yaratacağı düşüncesidir. Buna göre Eski Krallık mumyalarının modern Mısır’a veya antika mermerlerin yirmi birinci yüzyıl Yunanistan’ına “ait” olduğunu söylemek, insan yaratıcılığının etnik olarak belirlendiği fikrini teyit etmektir. Ne de olsa artık sınırların muğlaklaştığı, göç dalgalarıyla demografilerin değiştiği bir dünyada, hepimiz kolektif bir topluluğun üyeleri olarak tek bir çatı altında bir araya geliyoruz. Nitekim 1981’de British Museum’un bir temsilcisi “Müze ulusal kimliğin aynası değil, insanın evrensel mirasının bir yansımasıdır” diyerek kurumun dayandığı felsefesiyi açık etmiştir.

Yıllarca süren sonuçsuz diplomatik alışverişler neticesinde, Afrika liderleri taleplerini kamuoyuna duyurmaya daha da kararlı hale geldi. 1977’de, petrol zengini Nijerya, Stevie Wonder da dahil olmak üzere dünyanın en büyük müzisyenlerinden bazılarının başrol oynadığı İkinci Dünya Siyah ve Afrika Sanat ve Kültür Festivali’ni Lagos’ta düzenledi. Nijerya, İngiltere’den FESTAC ’77 logosunun sembolü olarak seçilen, 16. yüzyılın ilk yarısında Benin Kralı olarak hüküm süren Ọba Esigie’nin annesi Kraliçe Idia’nın zarif oyma fildişi maskesini iade etmesini istediğinde, parçanın seyahat etmek için çok kırılgan olduğu bahanesiyle bu talep reddedildi. Hatta bazı kaynaklara göre, İngilizler Kraliçe Idia’nın maskesinin Nijerya’ya iki milyon sterlin karşılığında ödünç verilebileceğini öne sürme cesaretini gösterdi ve elbette ki Nijerya bu saçma teklifi reddetti.

Kraliçe Idia Maskesi – British Museum

Festival broşürleri ise doğrudan bir kamu açıklaması işlevi gördü. Etkinliğin resmi logosu olan maskenin amblemini taşıyan broşürlere, Nijerya’nın ikonik çalıntı nesnesini tanımlayan bir not eşlik ediyordu. Metinde, “Afrika ve kara sanatın bilinen en iyi örneklerinden biri…şu anda British Museum’da bulunuyor” ifadesi yer alıyordu.

Nitekim 1897’de İngiliz askerleri tarafından Ọba Ovanramwẹn sarayından yağmalanan ve Benin Kraliyet koleksiyonunun en ünlüsü olan maskenin iki kopyası, halen Londra’daki British Museum’da ve New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nde sergileniyor.

Geçmişten Günümüze Benin Bronzları

Yağmalama ve sanat eserlerinin haklı mülkiyeti etrafındaki tartışmalar güç kazandığından beri bu konunun önemli odak noktalarından biri de Benin Bronzları oldu. 1897’de Nijerya’nın Benin Kraliyet Sarayı’ndan yağmalandığı bilinen nesneler şu anda dünyanın dört bir yanına dağılmış durumda ve hatta İngiliz Kraliyet ailesinin koleksiyonunda bile yer alıyor. Nijerya, özellikle son zamanlarda Benin Şehri’ndeki büyük bir müze olan Edo Batı Afrika Sanat Müzesi’nin 2025’teki önemli açılışında Benin Bronzları’na ev sahipliği yapması planlandığı için, haklı iadeleri için uzun süredir kampanya yürütüyor. Bronz, ahşap ve fildişi nesnelere şu anda sahip olan yaklaşık 160 kurumun üyeleri de dahil olmak üzere birçok kişi Nijerya eserlerini Nijerya’nın yeni müzesine ödünç olarak vermeyi biraz ironik bulup bunu nesnelerin kalıcı olarak iade edilmesi için bir işaret olarak algılarken, diğerleri ise müzenin açılış planlarını bu eserleri daha da sıkı tutmak için bir işaret olarak aldılar.

©Lauren Fleishman – The New York Times I Benin Bronzları – British Museum

“Benin Bronzları” terimi, en azından 13. yüzyıldan beri var olan sömürge öncesi dönemde Benin Krallığı veya Edo İmparatorluğu sırasında yapılmış çok sayıda ürünü ifade eder. Terminolojiye rağmen, bu ürünler yalnızca bronz değildir, ancak çoğunluğu döküm bronzdan veya oyulmuş fildişinden yapılmıştır. Kusursuz sanat eserleri olmanın ötesinde, Nijerya için önemli tarihi ve kültürel öneme sahiptirler. Zanaatkarlar, önemli tarihi olayların yanı sıra Benin Obası’nın doğaüstü varlıklarla etkileşimlerini ve onurlu atalarının tanrılaştırılmasını kaydetmenin bir yolu olarak bu eserleri imparatorluk genelinde üretmekle görevlendirilmiştir. Yüzyıllardır var olan bu eserler kendi bölgelerinde gayet iyi bilinmekle beraber, Batı’da bu kadar popüler olmaları, İngiliz kuvvetleri tarafından yapılan 1897 Benin Seferi’nden sonra gerçekleşti. Bu sefer sırasında Benin Şehri ele geçirilip yağmalandı, Benin Krallığı sona erdi ve sömürge Nijerya’ya dahil edildi.

Mayıs 2018’de Bordeaux’daki Musée d’Aquitaine’ın lobisinde sergilediği performansta, uzuvları bağlanmış bronz bir savaşçı gibi giyinen Nijeryalı sanatçı Jelili Atiku, topuklarından bir İngiliz bayrağı sallanırken, adeta bir yardım çağrısı niteliğinde “Eve gitmek istiyorum…Benin. Edo… Beni eve geri götür!” diye bağırdı. Müzede sıkışmış bir eserin çaresizliğini taklit eden ve adını Benin Şehri’ni yok edecek sefere liderlik etmek üzere İngiltere’den gelen filonun komutanı Tümamiral Harry Rawson’dan alan, Atiku’nın Rawson’s Boat ( Rawson’un Gemisi) performansı, Nijerya’nın Benin Şehri’ni yağmalanması sırasında ele geçirilen Benin Bronzları’nı kurtarmak için uzun süredir engellenen çabalarını dramatize etti. Seferin masraflarını karşılamak için İngiliz Amiralliği, savaş ganimeti olarak kabul edilen 3.000’den fazla Benin eserine el koydu ve açık artırmayla sattı. 

Benin Seferi Sonrası Eserlerle Poz Veren İngiliz Askerler

Günümüzde Benin Krallığı’ndan yağmalanan eserlerin çoğu Birleşik Krallık’ta bulunuyor ve 900’den fazla eser British Museum’da muhafaza ediliyor. Bu da onu dünyadaki en büyük Benin Bronzları koleksiyonunun sahibi yapıyor. Ancak, Britanya hükümeti bu eserleri yakın zamanda iade etmeyi planlamadıklarını açıkça belirtti. Kraliçe II. Elizabeth’in bile Benin’in en önemli bronzlarından biri olan 1650’li yıllara ait bir Oba büstüne sahip olduğunun yakın zamanda ortaya çıktığı düşünüldüğünde, İngiltere’nin Benin Bronzları’nın iadesine katılma konusundaki isteksizliği daha anlaşılır görünmekte…

Dahomey ve Kayıp Krallığın Hazineleri

2024 Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı ödülüne layık görülen Mati Diop’un etkileyici belgeseli Dahomey, adını 1894’e kadar 300 yıl boyunca zorlu bir militarizm içinde var olan Benin’in Atlantik kıyısındaki krallığından alıyor. Film, aslında 1892’de Fransız sömürge güçleri tarafından yağmalanan Dahomey Krallığı’na ait yirmi altı tane kraliyet hazinesinin Paris’ten yola çıkıp ait oldukları ülkeye, günümüz Benin Cumhuriyeti’ne yolculuğunu anlatan bir eve dönüş hikayesi.

Dahomey – Mati Diop

O zengin ve savaşçı krallığın ihtişamından çok uzakta başlayan film, Paris’teki Musée du Quai Branly’nin bodrum katında, Kral Ghezo’nun tahta heykeli de dahil olmak üzere birkaç eserin sandığa konulma prosedürünü yakın bir ilgiyle ekrana yansıtıyor. Her biri büyük boyutlara sahip olan bu eserler adli bir titizlikle paketlenip kargoya hazır bir hale getirilirken, 26 numaralı eserden, yani nam-ı diğer 1800’lerin ortasında Dahomey’i yöneten Kral Ghezo’nun ta kendisiden dinlemeye başlıyoruz hikayeyi. Anlamından ve bağlamından tamamen kopuk absürd bir şekilde, bu steril ve mekanik işlemlere maruz kalan, kutunun üzerine mühürlenmesiyle karanlığa gömülen Kral Ghezo’nun sesiyle biz de o karanlıkta geziniyoruz:

Zihnimde o kadar çok yolculuk yaptım ki ve bu yabancı yer o kadar karanlıktı ki… Her şey rüyalarımda gördüğüm bu topraklardan o kadar tuhaf, o kadar uzak ki…

Kökenine, anlamını bulduğu ve ait olduğu, rüyalarında gördüğü o topraklara dönmeyi arzulayan Ghezo, bir yandan da araya giren bunca zaman ve mesafeden sonra, içinde bir zaman yolcusunun korkusunu da taşımaktadır: 

Tanınmamaktan ve kimseyi tanımamaktan korkuyorum.

Kral Glélé, Kral Ghézo ve Kral Béhanzin’i Temsil Eden Heykeller
 

Peki gerçekten korktuğu gibi mi olacaktır, yoksa eserlerin dönüşü, onların yokluğunda yeniden kurulan bir ülkede coşkuyla mı karşılanacaktır? Filmin son bölümünde eve dönen eserlerin ruhu özgürlüğe kavuşurken, Abomey-Calavi Üniversitesi öğrencilerinin bu konudaki tartışmalarına yer veriliyor.

Son derece ateşli ve coşkulu bir şekilde argümanlarını dinlediğimiz öğrencilerin, idealizmlerinden, kültürel tarihlerine bağlılıklarından ve adalet arayan dik duruşlarından etkilenmemek elde değil. Bir kurgudan ziyade kendiliğinden bir gerçeklikle ortaya çıkan bu tartışma, yetersiz ancak önemli bu iade eyleminin gündeme getirdiği konular hakkındaki karşıt görüşlere yer veriyor; kimi öğrenciler bu eserlerin sonunda eve dönmesinin önemli bir adım olduğunu savunurken, kimileri binlerce eser varken sadece 26 tanesinin verilmesini hakaret olarak görüyor ya da bunun diplomatik bir jestten fazlası olmadığını düşünüyor. 

Ama konuşmacılar arasından genç bir kadının, bu olayın toplumun kendi tarihine ilişkin anlayışının yeniden şekillenmesi açısından önemli olduğunu belirtip “Bana kölelerden geldiğim söylendi, ama Amazonlardan geldim” demesi aslında bunca zaman sindirilmeye çalışılan, hak talepleri görmezden gelinip yıldırma politikası uygulanan bir ulusun, hiçbir şekilde susturulamadığını ve kültürel miraslarına sahip çıkmak için seslerini her zamandakinden daha da yükseltmeye hazır olduklarını gösteriyor. Çünkü onlar bunun sistematik bir tarihi eser yağmacılığından ibaret olmadığını, aynı zamanda bir ulusun kalbinin de çalınıp başka bir yerde atmaya zorlandığını biliyorlar ve atalarının mirasını artık kendi topraklarında görmek istiyorlar.

Bu haklı talebi anlamak için belki de, yıllar önce 1978’de UNESCO’nun o zamanki direktörü olan Amadou-Mahtar M’Bow’un, kuzey ve güney yarımküreler arasında küresel kültürel mirasın yeniden dengelenmesi için adeta yalvardığı konuşmasına bakmalıyız:

Bu yağmanın kurbanı olan halklar, bazen yüzlerce yıldır, yalnızca yeri doldurulamaz şaheserlerden mahrum bırakılmakla kalmadı, aynı zamanda şüphesiz kendilerini daha iyi tanımalarına yardımcı olacak ve başkalarının onları daha iyi anlamalarına kesinlikle yardımcı olacak bir hafızadan da mahrum bırakıldılar. […] Kültürel miraslarından mahrum bırakılan bu erkekler ve kadınlar bu nedenle en azından kültürlerini en iyi şekilde temsil eden, en hayati olduğunu düşündükleri ve yokluklarının kendilerine en büyük acıyı yaşattığı sanat hazinelerinin iadesini talep ediyorlar. Bu meşru bir taleptir.

Sömürgeciliğin Gölgesinden Afrika Rönesansına

Beninli yazar Paulin Joachim’in, Batılı müzelerden “esir tutuldukları beyaz dünyanın buzlu evreninde hiçbir zaman rollerini oynayamamış olan siyah tanrıları serbest bırakmalarını” istemesinin üzerinden on yıllar geçedursun, yavaş yavaş da olsa sonunda siyah tanrıların ruhları ait oldukları topraklarda salınmaya başladı.

İlk domino taşını Macron’nun devirmesinin ardından kısa bir sürede tektonik bir değişim meydana geldi. Smithsonian, Almanya’nın ulusal müzelerinin benzer bir kararının ardından 29 Benin bronz eserinin çoğunu Nijerya’ya devretmeyi kabul etti. Dünyanın en büyük tek Afrika sanatı koleksiyonunu Brüksel yakınlarındaki kasvetli bir sarayda tutan Belçika, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile sömürge döneminden kalma tüm edinimleri gözden geçirme sözü verdi. Bu iade dalgasının, jeopolitik çekişmeden Rhodes Must Fall ve Black Lives Matter gibi toplumsal hareketlerin yol açtığı hesaplaşmalara kadar birçok nedeni var. Fransa o zamandan beri düzinelerce büyük eseri Senegal, Madagaskar ve Benin’e iade etti ve Benin Başkanı Patrice Talon bu eserlerin gelişini “ruhumuzun dönüşü” olarak selamladı.

Fransa’dan Gelen Benin Kraliyet Hazineleri

Fransa, Dahomey heykellerini Benin’e iade ettiğinde, Cotonou’daki başkanlık sarayında kurulan ücretsiz bir sergide heykelleri görmek için binlerce kişinin katıldığı bir geçit töreni düzenlendi. Benin Kültür Bakanı Jean-Michel Abimbola, Benin’in artık kamu ve özel kaynaklardan gelen fonlarla desteklenen iddialı hedeflere sahip olduğunu belirtiyor. Birkaç müzenin yıllar içinde açılması planlanıyor ve Cotonou kendini Afrika sanat sahnesinin merkezi olarak Lagos, Dakar ve Abidjan’a rakip olarak görüyor. Louvre Abu Dhabi’yi kuran küratör Jean-Luc Martinez ile görüşmelerde bulunan Abimbola, “Ona bir Louvre-Cotonou projesi için hırslarımız olduğunu söyledim” diyor. Şu anda, şehirdeki kültürel gelişmeyi görünce, bu tür büyük özlemler ulaşılabilir görünüyor. 

Günümüzde Afrika’da yeni müzeler inşa edilmesi, Afrika’nın eserlerini eve getirme isteğini vurgularken aynı zamanda miras turizmi alanında da Afrika ekonomisine ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerine katkıda bulunuyor. Afrika’nın kültürel mirasına sahip çıkıp, kendi eserlerini kendi müzelerinde sergilemesi, halkına kim olduklarını ve nereden geldiklerini söylemesi açısından da son derece önemli. Afro-Amerikan çalışmalarının önde gelen isimlerinden Profesör Molefi Asante bunu şöyle dile getiriyor:

Kendi anlatılarımızı anlatmalı ve kendi tarihsel dilimizi yönetmeliyiz; bir Afrika rönesansını gerçekleştirmemizin başka bir yolu yoktur.

Zira kültürel miras yerinden edildiğinde ve eski sömürgeci güçlerin müzelerinde sergilendiğinde, anlatı kültürel olarak tarafsız olamaz. Aslında Afrika kültürel mirası yalnızca ait olduğu topraklarda bulunduğunda, anlatı geçmişin, bugünün ve geleceğin rönesansının hikayesini anlatacaktır.