Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Tuhaf Bir Teşhis: Caz Müzik Bir Hastalık mı?

Trompeti devrim niteliğinde çalan Louis Armstrong’u duyduğunda içinde kıpır kıpır bir canlılık hissetmeyen var mıdır ya da saksafonda neler yapılabileceğini yeniden tanımlayan Charlie Parker’ın etki alanına girmeyen? 

Caz müzik hayat doludur, insana hayatta olduğunu hissettirir. Usturuplu değildir, kalıplara sığmayacak şekilde dağınık ve aykırıdır. Sonsuz doğaçlamalarıyla insanı esir alır. Lakin 1920’lerin Amerika’sında yaşasaydık, bu düşünceleri yeniden sorgulamak zorunda kalabilirdik. Bu konuda bizimle hemfikir olmayan bir çoğunlukla karşılaşmak bizi şaşırtabilirdi.

20. Yüzyıl Caz Çağı

20. yüzyıl başlarında caz, solo ve kolektif doğaçlamayı içeren, bölgesel temelli, ırksal olarak tanımlanmış bir dans müziğiydi. New Orleans’ta ortaya çıkan caz, müzisyenlerin ülkenin başka yerlerindeki hem ekonomik hem de sosyal anlamda daha iyi fırsatlar için güneyi terk etmesiyle kısa sürede ülke geneline yayıldı. Cazın popülaritesi 1920’lerde büyük ölçüde arttı. Artık Afro-Amerikanların hakim olduğu bölgesel bir müzik olmayan 1920’lerdeki caz, 19. yüzyıl Amerika’sının Viktoryen toplumu ile yirminci yüzyılın başlarındaki modernite kültürü arasında parçalanmış bir neslin tanımlanmasına yardımcı oldu. Caz ve onun nihai popülaritesi, modern Amerika’da mevcut olan kültürel gerilimleri temsil ediyordu ve cazın kabulü, Amerikalıların geleneksel değerleri ne ölçüde reddettiğini veya kabul ettiğini yansıtıyordu. 

Caz müziği 1920’lerde Chicago, New York City ve Los Angeles gibi şehirlerde öne çıkarak kaotik kent kültürünün tanımlanmasına yardımcı oldu. Her biri dinamik siyah topluluklara sahip olan bu üç şehir, çeşitli caz sahnelerini desteklemenin yanı sıra belirli bir tür kitle iletişim ağı merkezi olarak hizmet etti. Kayıt teknolojisindeki hızlı gelişmeler, radyonun artan popülaritesi ve gelişen film endüstrisi, cazı yerel, ağırlıklı olarak Afro-Amerikan müziğinden, Amerika olarak tanımlanan, ulusal olarak kabul edilen bir kültürel biçime dönüştürdü. 1920’lerde Amerikan kültürünün dönüşümü, insanları yeni bir dizi sosyal, bölgesel ve politik ilişkilere zorladı ve bu değişimin yarattığı kültürel belirsizlik, caz müziğinin popülaritesini çevreleyen tartışmaların çoğunu çerçeveledi. 

Her ne kadar 19. yüzyılın sonlarında Afro-Amerikanların mücadelelerinden ve zaferlerinden doğan caz müziğin canlı ve göz alıcı dokusu, dünya çapında sayısız sahneyi süslemiş ve kalplere dokunmuş olsa da, geçmişten gelen bir gölge caz müziğin bir hastalık olarak etiketlendiği bu döneme tekabül eder.

1920’lerin Amerika’sında caz, hastalık, sakatlık, gürültü ve ritim konusundaki tartışmaları ön plana çıkardı. Cazın meşruiyetini ortadan kaldırmaya çalışan gazeteler, popüler ve akademik dergiler, kilise kürsüleri, konferans salonları ve kitaplar; cazın, dinleyen herkeste fiziksel ve zihinsel engellere neden olabilecek kusurlu veya engelli bir müzik olduğu yönündeki açıklamalarla doluydu. Bu son derece saldırgan ve yanlış algıyı anlamak için sadece köklerini incelemek değil, aynı zamanda onu besleyen önyargı ve yanlış anlamaların ipliklerini de çözmek gerekir.

Doğaçlamadan Yanlış Yorumlamaya

Cazın oluşum yıllarında Amerika’da hakim olan ırkçılık, bu yanlış teşhisin temelinde yer alır. Siyah kültürle ilişkili her şey, hakim beyaz nüfus tarafından genellikle şüphe ve aşağılama ile karşılanmıştır. Kendine özgü sesleri ve doğaçlama niteliğiyle caz, ilkel ve medeniyetsiz olarak nitelendirilerek, o dönemdeki ırkçı stereotipleri ve önyargıları yansıtmıştır. 

Cazın geliştiği gece kulüpleri ve dans salonları gibi mekanlar da, yine aynı dönemdeki bazı muhafazakar kesimlerin gözünde istenmeyen faaliyetlerle ilişkilendirilmiştir. Bu haksız bağlantı, yanlış algıyı daha da körüklemiş, cazı toplumsal hoşnutsuzlukla boyamış ve müziğin kendisini bu mekanların algılanan ahlaksızlıklarıyla ilişkilendirmiştir.

Aynı zamanda cazın artan popülerliği, yerleşik müzik endüstrisi ve müzisyenleri için de bir tehdit oluşturmuştur. Caz kalpleri ve kulakları fethettikçe, diğer türlerin popülerliği azalmıştır. Bu ekonomik endişe, var olan önyargılarla birleşerek cazın olumsuz çerçevesini daha da güçlendirmiş ve bazıları tarafından müzikal manzarayı da hasta eden bir hastalık olarak görülmesine yol açmıştır.

Caz: Ritimsiz Bir Hastalık

I. Dünya Savaşı sonrasında odak, engellileri toplumdan uzaklaştırmak yerine engelli kişilerin de toplumun üretken üyeleri olarak rehabilite edilebileceği fikrine kaymıştı. Savaş, top mermisi şokunun etkilerine ve geri dönen askerleri rehabilite edebilecek potansiyel tedavilere dikkat çekmişti. Bu çarelerden biri de 1920’li yıllarda yaygınlaşmaya başlayan müzik terapisiydi. Ulusal Hastanelerde Müzik Derneği’nin kurucularından biri olan Isa Maud Ilsen, neredeyse mevcut herhangi bir ilaç veya ameliyat kadar kesin bir müzik terapisi programı geliştirdiğini iddia ederek, mükemmel bir sağlık durumunda vücudun hayati fonksiyonlarının hepsinin ritmik olacağını ileri sürmüştü. Buna göre müziğin tedavi edici olabilmesi için ritmik olması da gerekiyordu ve caz sarsıntılı ve düzensiz bir nabza sahip olduğu için kesinlikle tedavi edici değildi.

Nitekim Ulusal Terapötik Derneği’nin kurucusu ve başkanı Eva Augusta Vescelius bu fikrin evveliyatını 1917’de şöyle dile getirmiştir:

Bizler organize titreşimleriz. Tüm tedavilerin amacı uyumsuz titreşimleri uyumlu titreşimlere dönüştürmektir. Hastalık ritmik değildir, sağlık ritmiktir, çünkü ritim evrenin temel bir yasasıdır.

Caz ise karmaşık ritimleri, doğaçlama öğeleri ve senkopları ile, o dönemin yerleşik müzik tarzlarından önemli ölçüde farklıydı. Bu müzikal yenilik, geleneksel yapılara ve melodik örüntülere alışkın olanlar tarafından rahatsızlık ile karşılanıp onun gürültülü veya kaotik olarak nitelendirilmesine sebep oldu.

Cincinnati’de Bir Vaka 

Tarihçi Russell L. Johnson, “Disease Is Unrhythmical: Jazz, Health, and Disability in 1920s America” makalesinde cazın uyumsuz ritimleri ile fiziksel hastalıklara neden olabileceği teorisinin izini sürerken, tarihin az bilinen bir parçasına da ışık tutuyor. 

Buna göre cazın anlaşılamayan doğasına karşı gelişen ciddi önyargılar, 1926 yılının başlarında Cincinnati’deki Kurtuluş Ordusu’nun, şehirdeki evli olmayan anneler için doğum hastanesinin bitişiğinde bir sinema salonunun inşasını engellemek için dava açmasına neden oldu. Kurtuluş Ordusu, hukuki savunmasında, sinemada gösterilecek filmlere değil, filmlere eşlik edecek caz müziğine itiraz ettiğini belirtti. İlk filmler her ne kadar sessiz filmler olarak anılsa da, film sahnelerinin atmosferini ayarlamak, aksiyonu noktalamak veya sadece sessizliği doldurmak için müzik çalınıyordu. I. Dünya Savaşı’ndan sonra cazın artan popülaritesi sayesinde, bu müzik eşliğinin çoğu caz veya klasik bestelerin caz versiyonlarından oluşuyordu. Sonuç olarak Cincinnati Kurtuluş Ordusu önerilen sinema salonunu bir caz sarayından ayırmakta zorlandı. Mahkeme tutanağında, “Bir caz çağında yaşadığımızın farkındayız ancak şu anda ülkeyi yöneten çılgınlığı onlara daha doğmadan aşılayarak gelecek nesillerin mutluluğunu tehlikeye atmaya karşı çıkıyoruz” denildi. Mahkeme buna hak vererek sinema salonunun inşaatını durdurdu. 

İddiaları elbette önyargıya ve caz toplulukları hakkındaki olumsuz stereotiplere dayanıyordu. Ama Cincinnati Kurtuluş Ordusu’nun davası birçok kesimin, caz çılgınlığının ülkenin fiziksel ve zihinsel gelişimini baltalamasına dair korkularının boyutunu göstermesi açısından tarihte önemli bir yere sahiptir.

İlkel bir Dans

Eleştirmenler sadece cazın değil, cazla ilgili dansların da kusurlu olduğunu ve bu danslara düşkün olanların zihinsel ve fiziksel bozukluklara sahip olacaklarını düşünüyorlardı. Deyim yerindeyse 1920’lerde caz sadece kulağa değil, göze de hitap etmiyordu. Cazın, ayakları yere vurma ve el çırpma gibi kaba ritimlere dayanan düşük türde bir ilkel müzik olduğunu savunanlar, caz danslarını gerçek dansla hiçbir ilişkisi olmadığı gerekçesiyle eleştiriyorlardı. Nebraska’da dans öğretmeni olan W. L. Keep, Çarliston olarak bilinen popüler dansın, dansta olması gereken üç kuralı ihlal ettiğini söylemiştir. Buna göre dizlerin asla içe dönmemesi gerekir, parmaklar her zaman gergin ve point konumunda olmalıdır ve tabii ki zarafet dolu olmalıdır. 

Bu eleştirmenlere, Çarliston gibi popüler caz danslarında yaygın olan tuhaf ve sarsıntılı hareketler, epilepsi veya sinir bozuklukları olan insanların hareketlerini hatırlatıyordu. Sheboygan, Wisconsin’deki bir gazeteye göre Çarliston dansı, çocuklar arasında en yaygın görülen sinir bozukluğu olan ve adını Roma Katolik dinindeki epilepsi hastalarının ve dansçıların koruyucu azizinden alan St. Vitus dansının toynak sallayan bir versiyonuna benziyordu. 1920’lerin tarihini yazan Michigan Üniversitesi’nden Preston William Slosson da benzer şekilde 1920’lerde tüm ulusun Aziz Vitus’a saygı gösterdiği sonucuna vardı. 

Yanlış Teşhisi ve Önyargıları Ortadan Kaldırmak

Caz eleştirmenleri bu söylemleriyle, aslında müzik ve sağlık arasındaki ilişkiye dair antik çağlardan beri süregelen tartışmaya katılmış oldular. Bu bağlantıya dair teoriler tarih boyunca varlığını sürdürmüştür. Müzik tanrılarla bağlantı kurmanın ve uyuma ulaşmanın bir yolu olarak, ilahi bir armağan olarak görülüyordu. Eski Yunanlılar ve Romalılar Apollon’u hem tıp hem de müziğin tanrısı yaptılar. Orpheus gibi müzisyenler, müzik aracılığıyla vahşi hayvanları büyüleyebilir, tedirgin ruhları sakinleştirebilirdi. Kral Davut, müziğin yatıştırma ve iyileştirme gücünün ünlü bir örneğidir. Kral Saul’un ruhuna musallat olan kötü ruh, Davut’un çaldığı arpın melodisiyle sakinleşmiştir. Şifa tanrısı Asklepios, hastaları iyileştirmek için müzik ve dansı kullanmıştır. Mitoloji ve İncil’deki hikayeler, müziğin ruhsal ve fiziksel sağlığı iyileştirmek için kullanılabilecek güçlü bir araç olduğunu gösterir.

Aslında caz müziğin doğaçlama ve duygusal doğası, onu hastalıkları tedavi etmek için kullanılan bir araç olarak cazip hale getirir. Müzik terapisi, caz dahil olmak üzere çeşitli müzik türlerini kullanarak insanların zihinsel ve fiziksel refahını iyileştirmeye yardımcı olan bir uygulamadır.

Elbette 1920’lerde herkes caz müziğin ve dansının deliliği çağrıştırdığı ve toplum için ciddi bir tehdit oluşturduğu konusunda hemfikir değildi. Caz savunucuları, cazın sakatlık yaratmadığını hatta iyileştirdiğini söyleyip, cazın kusurlu bir müzik ya da dans olmadığını öne sürmüşlerdi. Önde gelen orkestra liderleri Paul Whiteman ve Vincent Lopez gibi pek çok caz temsilcisinin cazın bu şekilde algılanmasında büyük payı vardı. Paul Whiteman, cazın sakatlayıcı olmadığını aslında güzelliği teşvik ettiğini, kötü bir omzu sallayıp durmanın dünyadaki en iyi güzellik egzersizi olduğunu söylemişti.

Dünya Çarliston şampiyonu Bee Jackson da Whiteman’la aynı fikirde olduğunu şu sözlerle dile getirmiştir: 

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki her erkek, kadın ve çocuk her gün Çarliston’a gitseydi, şimdiye kadar iki ayak üzerinde yürüyen en güzel insan ırkına sahip olurduk.

Öjenik ve ırksal fikirlere karşı çıkan caz yandaşları, cazın modern yaşamın gerilimlerini hafiflettiğini ve giderek makineleşen bir dünyada çoğunlukla eksik olan insanlığı yeniden canlandırdığını savundular. Nitekim cazın günümüze evrilen sürecine baktığımızda, cazın tüm önyargılara ve zorluklara rağmen ayakta kalmayı başardığını ve gelecek nesillere aktarıldığını görürürüz.

Tarihin karanlık bir diliminde, cazı Afro-Amerikan topluluklarıyla ve ahlaksızlıkla ilişkilendirip şüpheyle karşılayan Cincinnati’deki Kurtuluş Ordusu da zaman içerisinde cazın potansiyelini benimsemiştir. Günümüzde Cincinnatti ve caz diye arama yaptığınızda karşınıza hemen Cincinatti Caz Festivali ya da Kurtuluş Ordusu Caz çıkıyor. Belli ki cazla oldukça haşır neşir olan bir şehir. Bugün, birçok Kurtuluş Ordusu korosu müziklerine caz stillerini ve doğaçlamayı dahil etmeye devam etmektedir. Tüm bu gelişmeler, sonradan cazın Kurtuluş Ordusu’nun müzik geleneğinde nasıl önemli bir rol oynadığını ve birçok müzisyenin kariyerini etkilediğini gösterse de aslında önyargıların zamana karşı dirençli kalamadığının da bir göstergesidir.Geçmişte hastalığın veya semptomlarının adının caz olduğu talihsiz bir dönem olsa da, cazı bir hastalık olarak görmek hem gerçek dışıdır hem de ırkçı stereotipleri sürdürüp kültürel takdiri engelleyen bir bakış açısıdır. Cazı önyargı gözlükleriyle izlemek yerine, zengin tarihini kucaklamalı, kültürel önemini kutlamalı ve özgün müzik dilini keşfetmeliyiz. Bunu yaparak, cazın sanatsal dehasını ve küresel kültürel dokuya kalıcı katkısını tam anlamıyla takdir edebiliriz.