Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Ekoeleştirel Bir Okuma: Bahçedeki Tehlike

Norman Maclean’in şimdilerde oldukça revaçta olan kitabı Bizi Ayıran Nehir’in taslağının bir zamanlar New Yorklu bir yayıncı tarafından “Bu hikâyelerde ağaçlar var” diyerek geri çevrilmesinin üzerinden on yıllar geçedursun, günümüzde artık içinde pastoral öğelerin bulunduğu metinler âdeta birer elzem haline gelmiştir. Peki çorak iklimli bir edebiyata sürüklenişimizin sebebi nedir? Pastoral şairlerin, tek bir yaprağının hışırtısını bile kaydetmek için saatlerini adadığı ağaçlar hangi ara bu kadar gözden düşmüştür?

Kuşkusuz bu anlayışın kökeni, insanoğlunun artık ağaçları aştığını ve doğanın zaten onun denetiminde olan ve işlevini de kendisinden alan bir arka plandan başka bir şey olmadığını düşünmesinden ileri gelir. Böylelikle aslında doğanın ön planda olduğu öyküler sıkıcı ve uzun peyzajlar haline gelirken, insanın ve toplumun yaşayışı sofistike ve göz kamaştıran bir hale bürünmektedir. Zira günümüz teknolojisi, doğanın denetimimiz altında olduğuna dair bir yanılsama yaratarak, doğanın inşasının kültürel iktidarın bir ürünü olduğu bilincini yerleştirmiş ve aslında doğaya bağımlı olanın bizler olduğumuzu unutturmuştur. Kuvvetle muhtemel bu algılayışın temelinde, insan bedenini ekosistemin bir parçası değil de, bu sistemde yer alan diğer tüm canlılardan üstün bir varlık olarak algılayan ve insanı evrenin tek hâkimi olarak gören insan merkezci bakış açısı yatmaktadır. Doğanın insanoğlunun kendi gereksinimlerini karşılayabilmek için şuursuzca tüketebileceği bir mülkten ibaret olarak görüldüğü bu sömürgeci anlayış, doğal çevreyi yok ederken aslında kendisini de yok ettiğinin farkında değildir.

Öte yandan insanın doğayı sömürmesini haklı göstererek, insan ve doğa arasında derin uçurumlar yaratan ve doğayı ötekileştiren bu düşüncenin kökeninde, kuşkusuz dini söylemler ve dolayısıyla ekonomik politikalar da yatmaktadır. En çok eleştirilen sistemlerin başında gelen ve insanları tüketime teşvik eden kapitalist ekonominin, doğa üzerindeki yıkıcı etkileri ise 19. yüzyılın başlarında makinenin gelişiyle, Amerikan edebiyatına yansımakta gecikmemiştir.

Yaban Doğadan Endüstriyel Güce

Midjourney ile üretilmiştir.

Ralp Waldo Emerson’ın transandantalizminden, Jack Kerouac’ın beat yolculuklarına kadar pastoral doğa, vahşi sınırlar ve bereketli topraklar uzun süre Amerikan kimliğinin bir parçası olmuştur. Ancak her ne kadar vahşi doğa romantikleştirilse de, aslında ikilik yaratacak şekilde Amerikan tarihi içten içe doyumsuz bir ilerleme arzusu ile beslenmektedir. Belki de bu ikiliği en iyi, Leo Marx’ın barışçıl, doğa merkezli bir varoluşu simgeleyen bahçe ile, sanayileşme ve ilerleme güçlerini temsil eden makine arasındaki içsel çatışmayı anlatmak için kullandığı “bahçedeki makine” terimi yansıtmaktadır.

Bahçe yaşamla dolu bozulmamış vahşi bir doğa idealinin temsilcisiyken, sanayi devrimi ile beraber makinenin gelişine tanıklık etmiştir. Zamanında romantik ve pastoral şairlere esin kaynağı olan, Coleridge’in ve Wordsworth’un yürüdüğü kırlara, demiryollarının döşenmesiyle beraber bahçeye giren ilk makine buharlı tren olmuştur. Nitekim dingin bir ruh hali içinde ormanda kayıt tutarken, Hawthorne’a ve Thoreau’ya kısa süreli bir yabancılaşma hissi yaşatan bu makinenin keskin düdüğü, aynı zamanda pastoral hayatın medeniyetten uzak bir sığınak olma işlevinin de artık inceden inceye tehdit altında olmaya başladığının bir göstergesi haline gelmiştir. 

Fabrikalar, demiryolları ve teknolojik harikalar dalgası ulusun her yerini kaplayıp manzarayı geri dönüşü olmayan bir şekilde değiştirmiştir. Ağır bir bedelle gelen ilerleme, ormanların azalıp nehirlerin kirlilikle boğulmasına ve bir zamanlar evcilleştirilmemiş vahşi doğanın genişleyen şehirlerin karşısında geri çekilmeye başlamasına neden olmuştur.

Makinenin Bahçeye Etkisi

Çağın baş döndüren bir hızla gündelik hayata sızan ve sıklıkla övülen bu modern gelişmelerine karşı, Amerikan edebiyatı da bu iç çatışmayı yansıtan bir ayna haline gelmiştir. Nathaniel Hawthorne’un Scarlet Letter’ı katı, endüstriyel Kuzey’i daha doğayla bağlantılı Güney’le karşı karşıya getirirken, Upton Sinclair’in The Jungle’ı fabrika yaşamının acımasız gerçeklerini ve çevreye yıkıcı etkisini ortaya koymuştur. “Bunlar sadece gelişmemiş bir sona giden gelişmiş araçlardır” diyen Thoreau’nun eleştirisinden bir yüzyıl sonra ise bu gelişmiş araçlar hızını alamamış ve Thoreau’nun pastoral doğasından DeLillo’nun soğuk savaş dönemi apokaliptik senaryolarına kadar bir hayli aşama kaydedilmiştir.

Nitekim Beyaz Gürültü, teknolojinin kent yaşamına getirdiği yeni konforlar sayesinde hayatın yalınlığının kaybolduğuna, havadan gelen toksik tehlikeler yüzünden evlerini apar topar terk etmek zorunda kalan ve tuhaf bir şekilde karantinaya alınan ve kendilerini kemiren boşluk ve güvensizlik duyguları yüzünden yine kendilerini tüketime veren insanların patetik hayatlarına dikkat çeker. Aslında bu haliyle, doğanın susturulmasına karşın teknolojinin ölüm getirdiği bir senaryodan başka bir şey değildir. Ne yazık ki, bu sadece kurguda kalmayıp gerçeğe de dönüşmüş ve önceleri beraberinde düşleri de getiren teknolojik gelişmeler, sonraları birer karabasana bürünmüşlerdir. Trenler ve buharlı nehir gemilerinden atom ve napalm bombalarına dönüşen makineler, sadece bahçeye girmekle kalmamış aynı zamanda bahçeyi tarumar etmişlerdir.

Noah Baumbach’ın White Noise Filminden Bir Kare

Doğa üzerinde tahakküm kuranlar, mantıksız ve sorumsuz hale gelip körü körüne teknolojinin kucağına düştüklerinde insan uygarlığının ana silahı olan teknik rasyonellik, doğanın fethedilmesiyle gezegenin ve insanlığın tamamen yok olmasına neden olabilir. Teknolojinin yarattığı kakafoni sonucunda, doğanın ve kendi doğamızın susturulduğuna kanaat getiren Heidegger, “Question Concerning Technology” isimli makalesinde, Batı’nın kültürel doğa algısını ve materyal nesneleri sabit rezervlerin bir parçası olarak gördüğünü ve toprağın, kömür madeni bölgesi olarak tanımlanıp bu şekilde sunulduğunu; maden yatağının veya bir gölün su gücünün tedarik edildiği bir alan olarak değerlendirildiğini veya pistte duran bir hava uçağının muhtemel bir ulaşım için hazır halde bekleyen bir makine olarak görüldüğünü ileri sürmüştür. Nitekim Cynthia Deitering, “The Postnatural Novel” adlı makalesinde 1980’lerden bu yana yazılmış bir dizi romanda, yakın geçmişte görülen, bizim önceleri doğanın sabit rezervleri ve maddi nesneleri olarak nitelendirip sunduğumuz şeylerin neredeyse tamamının Heidegger’in teknoloji tanımının bir transmutasyonu olduğunu ileri sürmüş ve ardından şöyle eklemiştir: 

Kara parçası denilen alan artık kömür madeni işlemlerinden arta kalan muhtemel bir bölge olarak görülmektedir. Göller artık nükleer santrallerin yan ürünleri için muhtemel atık depoları olarak değerlendirilmektedir. Ve uçaklar artık alev saçan enkazlar olarak nitelendirilmektedir. Diğer bir deyişle, günümüzde ortaya çıkan her şey bir imparatorluğun atığından başka bir şey değildir.

Görüldüğü üzere teknoloji aslında iki kutuplu bir izolasyon yaratmış ve bir yandan doğada kendilerine bir sığınak arayan pastoral şairleri yalnızlığa sürüklemiş, diğer yandan da modern toplumun distopik dehlizlerinde kendi yalnızlığına gömülen insanların olduğu bir hapishane yaratmıştır. Öyle ki, yalnızca insan ve doğa birbirinden bağımsız iki farklı kavram olarak değil de, aksine bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak görüldüğü takdirde, bu iki ucun bir araya gelmesi mümkündür. Zira bir yanılsamadan ibaret olan bu teknolojik dünya, ayaklarımızın altında iyice çatırdamaya başlamadan evvel yapılabilecek tek şey, tıpkı Thoreau’nun da dediği gibi doğayı insanoğluna değil ama insanoğlunu doğaya uygun bir hale getirmektir.