blank
Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

La Chimera: Mitolojiden Beslenen Zamansız Bir Hikaye

2014 yılında Cannes Film Festivali’nde The Wonders (Mucizeler) filmi ile Jüri Büyük Ödülü’nü, 2018 yılında ise Happy as Lazzaro (Mutlu Lazzaro) ile En İyi Senaryo Ödülü’nü kazanmış İtalyan yönetmen Alice Rohrwacher’ın son filmi olan “La Chimera” birçok festivalde ilgiyle takip edildi ve Altın Palmiye de dahil 30’dan fazla adaylık kazandı. Rohrwacher, La Chimera’da mit, bellek ve metafiziğe olan ilgisini yansıtıyor ve derinliği gitgide artan farklı anlam katmanları yaratıyor. Yönetmenin doğduğu bölge olan Toskana’da çekilen film, görsel açıdan da oldukça masalsı bir yapım ve pastoral ortamlar eşliğinde gerçekçi ve mistik niteliklerle bezenmiş bir dünya sunuyor. Güneş ışığına maruz kalmış tarlalar, çürümüş tarihi kalıntılar ve karanlık gecelerin ürkütücü güzelliği, filmi saran eterik atmosfere katkıda bulunuyor.

blank

16 mm film kullanımı da, görsel deneyimin gerçekçiliğini arttırırken, filmi adeta nostaljik bir hisle doldurup hikayeye otantiklik katıyor. Görsel unsurlar, izleyiciyi ana karakter Arthur’un hayallerine ve gezindiği gizemli dünyanın derinliklerine doğru çekiyor.

blank

İtalyan Neorealizmi ve La Chimera

İtalyan Neorealizmi (İtalyan Yeni Gerçekçiliği) İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıktı ve sinemada otantiklik, sosyal konular ve insan durumu üzerine odaklandı. İkinci Dünya Savaşı, İtalya’yı ekonomik çaresizlik ve sosyal çalkantı içinde bıraktı. Ulus; yoksulluk, işsizlik ve parçalanmış bir kimlikle mücadele etmek zorunda kaldı. Bu arka planda, Roberto Rossellini, Federico Fellini, Vittorio de Sica gibi ustalar, sıradan İtalyanların (alt ve orta sınıf) içinde kaldıkları gerçekliği belgeleme ihtiyacı hissettiler. Böylece, İtalyan Yeni Gerçekçilik, hem kültürel bir yanıt hem de sinematik bir devrim olarak ortaya çıktı. Akım, savaş öncesi filmlerin yapaylığını eleştirdi, gerçekliğin ham ve filtresiz tasvirlerini tercih etti. Bunun en büyük göstergesi de gerçekçi mekan kullanımları, profesyonel olmayan oyunculara verilen roller, yarı belgesel tarzındaki çekimler, filmlerde gri olarak tasvir edilen ahlaki belirsizlikler ve ele alınan sıradan hayatlardı.

Alice Rohrwacher La Chimera’da sadece İtalyan neorealist geleneğine saygı göstermekle kalmıyor aynı zamanda onu canlandırıyor da. Mekanlardan oyuncu tercihlerine, ele aldığı konulara kadar akımın prensiplerini çağdaş anlatıya uyarlayarak zamansız ve etkileyici bir bakış açısı sunuyor. Filmde Yeni Gerçekçiliğin önemli temsilcisi Roberto Rossellini’nin kızı Isabella Rossellini’yi de izlememiz, Rohrwacher tarafından akıma güzel bir selam olarak düşünülebilir.

La Chimera, alt sınıfların ve marjinalleşmiş toplulukların mücadelesini, ekonomik zorlukları, ahlaki belirsizlikleri tasvir ederek, neorealizmin sosyal konulara duyduğu ilgiyi çok iyi aktarıyor. Rohrwacher’ın alıştığımız belgesel akışına sahip anlatı, yoksulluk, topluluk ve insanın yaşadığı zor durumlar gibi temaları günümüz toplumsal bağlamı içinde ele alıyor. Ayrıca Rohrwacher, gündelik varoluşa dikkat çekerek sıradan anların güzelliğini ve zorluğunu da vurguluyor.

Mitolojik Öğeler ve Filmle İlişkisi

Torino Üniversitesi’nde felsefe ve edebiyat eğitimi almış Rohrwacher, La Chimera’da ilgi alanları ve eğitiminden beslenerek mitolojik öğeler içeren bir anlatı sunuyor. Filmin adının La Chimera olması, Toskana’da çekilmiş olması, filmde Etrüskler’den kalan mezarların yağmalanması ve antik eserlerin çalınması ile gerçek hayatta Toskana’daki Arezzo bölgesinde bulunmuş ve Etrüsk’lerden kalan en önemli sanat eseri olarak görülen eserin de bir Chimera olması tesadüf değil. Film, Arezzo’nun Chimera’sına referans vererek, antik tarih ve onun çağdaş yaşam ve kültür üzerindeki kalıcı etkisiyle bağlantı kuruyor ve onun mirasını onurlandıran, kimlik ve dönüşüm gibi daha derin temaları bu mitolojik yaratık üzerinden keşfeden zengin bir olay örgüsü oluşturuyor.

blank
Chimera d’arezzo, Museo Archeologico – Nazionale, Floransa

Diğer bir açıdan ise; filme Chimera gibi mitolojik referansların dahil edilmesi, anlamların katmanlarını artırıyor ve kişisel hikayeleri daha geniş kültürel mitlere bağlıyor. Filmin adını, efsanevi yaratık Chimera’dan alması bununla da ilgili. Yunan mitolojisinde alevler püskürten bir varlık olarak tasvir edilen bu mitolojik yaratık, farklı hayvanların (aslan, keçi, yılan) parçalarından oluşan melez bir canavardır. 

Yirminci yüzyılın sonlarına, bizim mitik zamanımıza gelindiğinde, hepimiz chimerayız, kurumsallaştırılmış ve imal edilmiş makine-organizma melezleriyiz; kısacası siborguz. (Donna Haraway, Siborg Manifestosu )

Filmde, Chimera’nın bileşik doğası, özellikle ana karakterimiz Arthur üzerinden insan doğasının karmaşıklığını ve iç çatışmaları yansıtmak için kullanılıyor. Bu çatışmalar, ulaşılamayan arzular ve erişilemeyen hayallerin izlerinden besleniyor. Chimera, tamamen kavranamayanı takip etme fikrini yani adeta bir yanılsamayı simgelerken aynı zamanda yıkıcı ve korkutucu bir varlık olarak kaosu, tehlikeyi ve bilinmezliği de temsil ediyor. Bu yüzden karakterlerin tehlikeli yolculukları veya karşılaştıkları tüm savaşlar için de metafor olarak kullanılmaya uygun.

Filmin esinlendiği bir diğer mit Eurydice ve Orpheus’un aşkını anlatan bir Yunan mitolojisi anlatısı. Mit kısaca şöyle; Orpheus, eşi Eurydice’in kaybını kabullenmez ve onu kurtarmak için Hades’in ölüler diyarına bir yolculuk gerçekleştirir. Tek hedefi Eurydice’i geri getirmek olan Orpheus, Hades’ten tek bir şartla izin alır. Yeryüzüne çıkana kadar arkasındaki eşine eğer dönüp bakmazsa onu yanında götürebilecektir. Fakat dayanamayan Orpheus, güneşi görmeden dönüp eşine bakar ve onu sonsuza kadar kaybeder. Arthur’un hikayesi de bu mite oldukça benziyor. O da tıpkı Orpheus gibi sevgilisinin kaybını bir türlü kabullenemeyip onu durmaksızın zamansız ve geçmişsiz bir düzlemde, yeraltında arıyor. Sevdiği biriyle yeniden bir araya gelmek için yeraltıyla temsil edilen karanlık ve zorlu bir yolda metaforik bir yolculuğa çıkıyor. Onun mezarlara, yeraltına girme sebebinin altında aslında sürreal ve mistik bir sebep yatıyor; o da sevgilisine ulaşabilmek.

Arthur ve Tombarolilerin Dünyası

blank
Josh O’Connor Filmde Arthur Rolünde

La Chimera’da dünyalar arasında sürüklenen genç bir arkeolog olan Arthur’un hikayesini takip ediyoruz. Geçmişin izleriyle dolu melankolik bir karakter olan Arthur, hapisten çıktıktan sonra antik eserleri ele geçirip satmak için eski arkadaşları tombarolilere (mezar soyguncularına) tekrar katılıyor. Aslında tekrar bu işi yapmak istemez, geçmişinden kaçmak ister fakat ekonomik durumu, geçmişin izleri, mezarlarla olan mistik bağlantısı ve sevgilisinin kaybını kabullenememesi onu bu yola sevk ediyor. Bu kaybın onu mezarlara ve geçmişe bağlayan farklı bir yol olduğunu sezer. 

Filmde, zaman, tarih ve yaşanmışlıklar anakronizmle birbirine geçerek anlatının bütünselliği içinde dans ediyor. İnsanlar ise bu tarihsel ve mitolojik hikayede savrulup duruyor. Aslında Arthur sadece fiziksel mekanlarda değil, zamanda ve duygularda da yolculuk ediyor. Varoluşsal arayışlarını dünyanın sert gerçekleriyle uzlaştırmaya çalışıyorken, ölümü kabul etmeyip kutsal olanı da ihlal ediyor.

Film boyunca Arthur’un anılarıyla hatırladığımız çektikçe sökülen kırmızı iplik bizi geçmişe, Arthur’u da sevgilisine bağlayan görünmez bir bağ olarak düşünülmüş gibi. Adeta sevgilisine ulaşabileceği bir pusula olarak Arthur’a yol gösteren bir kader metaforu. Kırmızı olmasının sebebi ise, arzu, aşk ve tutkuyu temsil etmesi. 

Arthur’dan ve filmin işlediği konulardan bahsederken Josh O’Connor’a da değinmek lazım. Son zamanların popüler oyuncularından olan ve önemli yapımlarda sıklıkla karşımıza çıkan O’Connor, Arthur olarak filmin çok katmanlı anlatı kumaşını zenginleştiren etkileyici bir performans sunuyor. Arthur’un hem kırılganlığını hem de direncini çok iyi somutlaştırıyor. Onun, sessiz ve içe dönük anları, çoğu zaman diyalogların gücünden çok daha etkili.

Film ayrıca, diğer karakterleriyle de kapitalizme eleştiri ve hayata bir meydan okuma taşıyor. Örneğin mezarları soyan tombaroliler, ne bu mezarlara ne de mezarlarda buldukları ölülere, kutsal ve antik eserlere saygı duymuyor. Çünkü onlar için önemli olan tek şey yaşayabilmek, hayatta kalabilmek. Bu işi onun için yapıyorlar ve yaşamak için ölülerden çalıyorlar. Onların gözünde ölmüş olan, yaşayandan daha kutsal olamaz. Bu durum da aslında İtalyan Neorealizminin; alt-orta sınıfın durumunu, ahlaki griliği çok iyi yansıtan bir nüans. 

blank

Zamanda Yolculuk ve Anlam Arayışı

La Chimera; kayıp, zamanın geçişi, anlam arayışı ve bitmeyen özlem konularına derinlemesine iniyor. Rohrwacher, filminde titizlikle ele aldığı motifleri insan doğasının paradokslarını keşfetmek için de özenle kullanıyor, sahip olamayacağımız şeylere karşı durmaksızın peşinden gidip sınırlarımızla çekişmemizin peşine düşüyor. Film, karakterlerin yaşadığı deneyimler, dönüşümler ve açılımlara odaklanıyor ve bu gelişimler üzerinden mitolojik yolculukları andıran bir yapıya bürünüyor. Bu durum da aslında filmin isminin beslendiği mitolojik yapıyla olan bağını daha da güçlendiriyor. Ayrıca bu yapı, hem tanıdık hem de epik bir çerçevede sunularak hikayenin duygusal etkisini artırıyor.

blank

Antik kalıntıların ve çağdaş yaşamın yan yana gelmesi, geçmişin günümüze yansımasını temsil ediyor. Çünkü geçmişten gelen kalıntılar tarihin ağırlığını, belleği ve zamanın sürekliliğini taşır. Arthur için bu eserler geri kazanılamayan bir geçmişle bağlantıyı simgelerken, aynı zamanda izleyicilerin de kendi kişisel tarihlerini ve miraslarını düşünmesine bir olanak tanıyor.

Filmde, doğal dünya ve antik harabeler ile tekrar eden motifler, yaşamın içindeki kalıcılığı ve çürümeyi temsil ediyorlar. Modernleşen yapılar ve gelişen alanlar, çürüyen harabelerle çelişirken yaşamın ve ölümün döngüsünü çağrıştırıyor. Doğanın direnci, insan yapımı yapıların kırılganlığı ile karşılaştırılarak geçicilik ve zamanın acımasız ilerleyişi temaları vurgulanıyor.

Alice Rohrwacher’ın görsel olarak etkileyici ve anlatısal olarak zengin bu filmi, varoluşsal temalara bulanmış şiirsel bir anlatım gibi. La Chimera, sadece görsel ve anlatısal bir yolculuk değil, geçmişimizin, şimdiki zamanımızın ve anlam arayışımızın sonsuz kovalamacasının sembolik bir keşfi. Derinden etkileyici ve düşündürücü bir sinematik deneyim sunan yapım, sadece bir hikaye anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda izleyiciyi hissetmeye, sorgulamaya ve sonunda filmin ardından bıraktıklarıyla uzun süre yaşamaya davet ediyor.