Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Napolyon ve Mimetik Arzu: Edebiyatta Bir İmparatorun Yansımaları

Ridley Scott’ın özgünlüğü ve tarihsel gerçekliği çokça tartışılan, Napolyon’un biyografisini beyaz perdeye taşıdığı son filminde, Napolyon’un Elba adasındaki yüz günlük sürgününden dönmeye karar verdiğinde askerlerle karşılaştığı bir sahne var.

Napolyon, Paris’e ilerleyişini durdurmak isteyen tugayın generaliyle konuşmak ister. Sonra komutanlarının emriyle ona nişan alan askerlerinin karşına dikilir, ceketini aralayıp elini kalbinin üzerine, nişanlarının bulunduğu yere koyar ve “5. rejimin askerleri beni tanıyor musunuz?” diye sorar. Tereddütlü sessizliğin ve alaycı gülüşmelerin içinde, kalabalığın içinden biri “Evet imparator!” diye bağırır. Askerlere onları özlediğini, evine ve beraber kazandıkları zaferlere geri dönmek istediğini söyler. Askerler teker teker ona doğrulttukları silahlarını indirmeye başlarlar. Napolyon, kendisine katılıp katılmayacaklarını sorar. Kalabalığın içinden “İmparatorumuz çok yaşa!” nidaları yükselmeye başlar, bir an bile tereddüt etmeyen askerler imparatoru kucaklayıp onunla Paris yürüyüşüne katılırlar.

Napolyon – Ridley Scott I Joaquin Phoenix

İşte Napolyon’un böyle bir etkisi vardır. Sadece askerleri üzerinde değil, tüm kıta çapında güçlü ve geniş bir etki. Askeri cesareti ve siyasi dürtüsü sayesinde yükselen, devrimin çalkantılı olaylarının ardından Fransa’ya göreceli bir siyasi istikrar dönemi getirip Fransız nüfuzunu Avrupa çapında milyonlarca insana yaymayı ve Almanya, İtalya ve İspanya gibi ülkelere hakim olmayı başaran küçük bir soylu adam. 

Napolyon iktidara geldiğinde, ilk kıvılcımları devrimle alevlenen, aristokrasinin artık yönetici sınıf olmadığı yeni toplumsal hiyerarşi biçimini inşa etti. Aristokrasinin yerini meritrokrasinin aldığı bu yeni sistemde, tüm sosyo-ekonomik sınıflardan genç adamlar, yüksek doğum veya zenginlik nedeniyle değil, liyakat ve yetenekleri sayesinde kamu hizmetinde üst düzey noktalara gelebilirdi. Yetenekli ve azimli genç adam figürünün ulaşmak istediği, önceleri imkansız gibi görünen hedefin ulaşılabilirliği, Napolyon’un kendi hayatı ve başarılarıyla daha da vurgulandı. Küçük bir asilzadenin üçüncü oğlu olmasına rağmen, Fransız ordusunun saflarında yükselerek Fransa imparatoru olması, o zamana dek bu düzeydeki bir toplumsal hareketlilik örneği görmeyen ateşli ve hırslı gençler için ilham verici bir rol modeli yarattı. 

Ancak Napolyon’un tahttan çekilmesi ve Bourbon Restorasyonu döneminin başlaması, yalnızca monarşinin ve aristokrasinin yeniden iktidara gelmesine neden olmadı, aynı zamanda yoksul genç adamların yararlanabileceği fırsatları da büyük ölçüde azalttı. Sosyal hareketlilik artık bir ayrıcalık haline geldi. Önceleri çoğu genç adamın erişebildiği hükümet, kamu hizmeti ve hatta askeri pozisyonlar artık yalnızca az sayıda kişi tarafından elde edilebiliyordu. Üstelik Napolyon döneminde doğan genç adamlar, toplumsal hareketlilik aracı olarak askerlik hizmetinden yararlanamamış ve hiçbir zaman savaşlara katılıp zaferler elde edememişlerdi. Napolyon’un mirası genç adamlara sosyal hareketliliğin bir örneğini sunuyordu. Onları aynı şeyi başarmaya teşvik etse de, siyasi ve mesleki başarının vazgeçilmez olduğu bir kültürde yaşayan bu genç adamlar toplumsal meşruiyetten yoksundu. Napolyon, meşruiyete giden kendi olağanüstü yolunu yaratmayı başarsa da, bu maalesef Bourbon Restorasyonu’nun zavallı genç adamları için geçerli değildi.

O Genç Adamlardan Biri: Julien Sorel

On dokuzuncu yüzyılda Napolyon miti, özellikle dönemin yazarları için büyük ölçüde yaşanmış bir deneyimdi. Onun imparatorluğu altında yaşayan, çöküşüne katlanan ve Bourbon monarşisi altındaki Napolyon sonrası toplumu belgeleyen Stendhal’in, Kırmızı ve Siyah romanındaki Julien Sorel karakteri bu zihniyetin tipik bir örneği, aslında tam da o sözünü ettiğimiz genç adamlardan biridir.  

Kırmızı ve Siyah’ın baş kahramanı Julien Sorel, eski imparatorun kalıcı etkisi nedeniyle bir sonraki Napolyon olduğu yanılsaması altında, köylü statüsünden aristokrat statüsüne doğru adeta ustaca planlanmış savaş taktikleriyle ilerlemeye çalışır. Julien, Napolyon’a yalnızca tarihsel bir şahsiyet olarak hayranlık duymakla kalmaz, onun karakteriyle özdeşleşmeye başlar. Julien kendi hayatının gündelik akışı içerisinde aşk ilişkilerini, mesleğini ve hatta kişiliğini dahi eski imparatorun merceğinden inceler. Başka bir deyişle içgüdüsel olarak Napolyon’u yansıtan bir dil ve düşünce süreci geliştirir. Bu yansıma özellikle Julien’in profesyonel yaşamını algılama biçiminde öne çıkar. Örneğin işvereni Mösyö de Rênal ile zam görüşmeleri esnasında bile Julien, “Evet, bir savaşı kazandım ama bundan yararlanmalıyım, bu gururlu beyefendinin gururunu o geri çekilirken ezmeliyim” der kendi kendine. Bu tamamen Napolyonvari bir savaş hamlesidir. 

Kitabın başlığında verilen ikilik, Julien’in düşünceleriyle eylemleri arasındaki farklılığa işaret eden bir ikiliktir. Julien, kırmızı ve siyah arasında bölünmüştür. Başlangıçta ordunun kırmızı üniforması yerine, kilisenin siyah cübbesini seçse de, zamanla daha da fazlasını ister ve siyah cübbeyle de yetinemez hale gelir. Siyah ve kırmızı arasındaki bu çatışma, onun karakterindeki samimiyet ve ikiyüzlülük, idealizm ve kinizm, aşağılanma ve gurur, aşk ve hırs temalarının yansımasıdır. Ait olduğu ve ait olmak istediği iki dünya arasında hapsolan Julien, onu aristokrasiden ayıran duvarları aşmaya çalışırken bu duvarların altında kalacağını kestiremez.

Bir Arzu Nesnesi Olarak Napolyon

Chateaubriand, Napolyon’un eylem halindeki bir şair olduğunu söyler. Yaptıklarının şiirselliği tartışılsa da, Napolyon’un kendi zamanında ne kadar popüler ve ilham verici bir figür olduğunu söylemeye gerek yok. Peki bir insanı bu kadar arzulanan bir nesne haline getiren şey nedir?

Modern insanın arzu kavramı hakkında oluşturduğu imgeyi tersyüz eden René Girard’ın, bu konuda aslında kendimizi çok da yabancı hissetmeyeceğimiz sarsıcı bir tezi vardır. Ona göre,

Arzu kişinin kendi kaynaklarından özgürce devşirdiği, yoktan var ettiği, doğal ve kendiliğinden, özerk ve özgün bir duygu değil; daima dolaylı, daima ödünç alınmış, daima devralınmıştır. Arzu özneyle nesneyi birleştiren düz bir çizgiden değil, bir modelin dolayımını gerektiren bir üçgenden oluşur. 

Bir başka deyişle, arzunun kökeninde ötekini, başkasının arzusunu, başkası olma arzusunu buluruz hep. Ötekinin kişiliğine, sahip olduklarına karşı duyulan bu arzu, çeşitli nesnelere yöneltilmiş; kişiye yönelik arzu nesneye yansıtılmıştır. Başka birisi olmak, “öteki ile bir olmak” olarak değerlendirilen bu durum, varoluşsal bir sorun olarak da edebi düzleme taşınmıştır. René Girard’ın, roman kahramanlarındaki örüntüler üzerine temellendirdiği mimetik (taklitçi) arzu teorisine göre; kahramanların arzuları bir modelden, tarihsel ya da çağdaş bir ötekiden devralınmıştır ve bu kahramanlar, bu modelin sözde üstünlüğü nedeniyle kendisine çekilmiştir. Julien’in Napolyon’a duyduğu hayranlık da mimetik arzunun bir sonucudur. Napolyon’un gücü ve zaferleri, Julien’in kendi hırslarını besler ve onu da benzer bir başarıya ulaşmak için motive eder. Öte yandan bir an için roman sayfalarından kafamızı kaldırıp gerçek hayata baktığımızda, Napolyon’un mimetik arzunun en somut örneklerinden biri olduğunu görürüz. Napolyon’un hırsı ve güce duyduğu açlık, onu Avrupa’yı fethetmeye ve imparatorluk kurmaya itmiştir. Napolyon’un Roma İmparatoru Jül Sezar’ı idolü olarak görüp onun gibi büyük büyük bir imparatorluk kurmak istemesi ya da Büyük İskender’in izinden gitmek için Mısır’ı işgal etmesi de mimetik arzuya örnek olarak gösterilebilir.

Napolyon’un mimetik arzusu, sadece siyasi alanda değil, kültürel alanda da kendini göstermiştir. Ötekinin sahip olduğunu istemek, bir ulusun topraklarını işgal etmek aracılığıyla onun kültürel mirasını da gasp etmek aslında kendisini bu muazzam eserlerle ilişkilendirmesinin bir yoludur. Napolyon’un, zaferlerle döndüğü seferlerinden yağmaladığı sanat eserlerinin altında bile aslında daha önceki Fransız krallarının yaptığı gibi sanatı ve mimariyi kendisini yüceltmek ve siyasi güç imajı oluşturmak için kullanma arzusu aranabilir.

blank
Francofonia – Alexander Sokurov

Alexander Sokurov’un mekansal ve tarihsel olarak Louvre’un merkezine konumlandırdığı filmi Francofonia’da, müzenin koridorlarında gezinen Napolyon’un hayaleti, Mısır’dan getirdiği tarihi eserleri gururla gösterirken, bu yağmayı haklı çıkarmak istercesine, bunların hepsini kendisinin getirdiğini belirtip “Tüm bu heykeller, hepsi benim seferlerimden, savaşlarımdan. Hepsi benim, bunların hepsi Napolyon!” der.

Mimetik arzunun yıkıcı gücü Napolyon’un hikayesinde, Fransız İmparatorluğu’nu koruma umuduyla Rusya’yı işgal etme yönünde hırslı ama talihsiz bir karar alıp iktidarını kaybetmesine ve 1821’de gözlerden uzak bir şekilde öleceği St. Helena adasına sürgün edilmesine sebep olur. Zamana çoktan yenik düşmüş, ölmek istemeyen bir hayaletin sayıklamalarını andıran yukarıdaki sözler, bize artık Napolyon efsanesinin bir kasırga gibi esmediği, Louvre’da gezinen hayaletinin esintisinin ise hayal meyal hissedildiği bir çağda yaşadığımızı hatırlatır. Farklı film evrenlerinde hala her şeyin onun eseri olduğu sanrısına devam etmesine izin verilse de, günümüz dünyasının mevcut koşullarında artık böyle bir figürün uzun süreli bir kalıcılığı olamayacağını söylemek yanlış olmaz.