Şiirin tanrı vergisi bir yeteneğin mi yoksa sistematik bir çalışmanın mı ürünü olduğu helenistik çağlardan beri hala tartışıladursun, satırlarını aralayıp, geriye dönük bir biçimde kendi yazım süreçlerini anlatan yazarlar bu konuda bir parça ışık tutmaktadırlar bize. Lakin yazım sürecinin adeta bir yemek tarifi gibi ortaya dökülüp, kalan son birkaç gizem kırıntısının da alelacele halının altına süpürülmesinin, eserin o ulaşılmaz algısına gölge düşürme olasılığı da başka bir tartışma konusudur. O halde şair, şiirinin anahtarını okuruna vermeli midir, vermemeli midir? İşte bütün mesele budur.
Kuşkusuz Aristoteles, şiir sanatını ele aldığı “Poetika”sında, şiirin nasıl yazılması gerektiğini anlatırken ve elzem bulduğu birtakım teknik öğelerden bahsederken aynı zamanda şiirin anahtarını da vermiştir. Nitekim Aristoteles’e göre, bir bütünlük içinde ele aldığımızda, tragedyanın, öykü, karakterler, sözel dışavurum, düşünce, gösteri ve şarkı düzeni olmak üzere altı önemli öğesi vardır ki, bunların arasında en önemlisi de olayların düzenlenmesidir. Zira eylemler ve öykü, tragedyanın başlıca ereğidir. Karakterler ikinci sırada gelirken bunu düşünce, sözel dışavurum ve şarkı izler. Neticesinde Aristoteles şunu da ekler:
… önce genel taslağı belirlemelidir ozan; ancak ondan sonra işin içine ikincil olayları katabilir ve öyküyü geliştirebilir.
Aristoteles’in bu yaklaşımlarını kendi eserlerinde dikkatle uygulamaya çalışan Edgar Allan Poe, “Yazmanın Felsefesi” başlıklı makalesinde “Kuzgun” şiirini nasıl bir mantık ve metot çerçevesinde yazdığından bahseder ve şöyle der:
Niyetim yazılışında hiçbir noktanın kaza veya sezgiye atfedilemeyeceğini -yapıtın son aşamaya bir matematik probleminin kesinliği ve değişmez sonucuyla adım adım ulaştığını- apaçık göstermektir.
Bu noktada şiire döndüğümüzde, Poe’nun Aristoteles’in aksine, öykü düzeninden çok tona odaklandığını, başından beri başlangıç, orta ve son bölümlerini bir bütün halinde düşünmektense sonuca yönelik düşündüğünü ve genel taslağı, seçtiği ton ve sembollere göre geriye dönük bir biçimde hazırladığını görürüz. Buna göre, Poe önce şiirin ana temasını güzellik, tonunu da hüzün olarak belirledikten sonra, şiirin ana eksenini aynı zamanda ritim duygusunu yaratacak ve küçük değişikliklerle gerilimi besleyecek bir nakarat üzerine oturtur. Bunu yaparken de Aristoteles’in de değindiği üzere sözel dışavurum tekniklerinden ve belli harflerin etkisinden yararlanarak dilediği etkiyi yaratır ve böylelikle şiir edebiyat tarihindeki o eşsiz yerini alır.
Poe örneğinde de görüldüğü üzere, dikkat edilmesi gereken pek çok ayrıntı olsa da, ne her şey bir matematik probleminden ibarettir ne de her harfin sayısal bir karşılığı vardır. Okurun üzerinde etki yaratmanın tek bir yolu olmadığı gibi, şairin de kullandığı tek bir yöntem yoktur. Nitekim yazarın, okur üzerinde bırakmak istediği etki, yüce bir duygudan ziyade tamamen içsel bir boşluk da olabilir ve bu yüzden kelimeleri parçalayarak huzura ulaşmaya çabalayabilir. Zira yazarın en tabii işlevi kelimelerle oynamak olduğuna göre, kimi zaman kelimelere uzaktan bakmak ve onları sadece görünen anlamlarıyla kullanmak yetmez, yeri geldiğinde onları parçalayıp sökmek ya da birbirine yapıştırmak da gerekebilir.
Okur, Şiiri Neye Göre Yorumlar?
Yazarla kelimelerinin izini sürerken, bugün yeni eleştiri, yapısalcılık, göstergebilim ve yapısöküm gibi pek çok kuram ve eleştirinin, şiirdeki estetik anlayışının nasıl değiştiğini ve artık edebiyat eserinin analizinde göz önüne alınan kriterlerin nasıl başkalaştığını gözler önüne serdiklerine tanık oluruz. Yine de herbiri ayrı koldan gelen bu eleştirilerin asıl amacı eserin görünmeyen ve belki de yeterince idrak edilemeyen yönünün işaret ettiği anlamların altını doldurmak, bir nevi tamamlamaktır ki, bu bir yargılamadan ziyade eserdeki hakikatin açığa çıkarılmasıdır.
Öte yandan kendi yazınsal sürecini kaleme alan yazarın herkesten önce davranıp hakikatin söylemcisi kimliğine büründüğü ve böylelikle belki de eserini eleştirme hakkını ilk olarak kendisine tanıdığı bambaşka bir boyutla da karşı karşıyayız. Yazar okuru, kendi evinin odalarında dolaştırıyormuşçasına, adım adım kendi satırlarında gezdirdikçe kimbilir belki de bu sayede okur, akademik eleştirinin aksine, esere daha kişisel ve duygusal bir yakınlık gösterir. Zira teoriler ne derse dersin, sıradan okur elindeki eserle, bütün teorilerin ortadan kalktığı kişisel bir temas kurar.
Sonuç olarak, bu “yaratıcı” sürecin yazarın kendi mahremi ve oyun alanı olduğunu düşünen ve bunu kimseyle paylaşmaması gerektiği fikrini savunanlar da çıkabilir. Nitekim insanda yoğun duygular uyandıran ve okuru adeta kendi içine sürükleyen eserin, aslında tanrı vergisi bir yeteneğin üstün bir ilhamla birleşmesi sonucu oluşmadığının farkına varmak, kimi okurlarda hayalkırıklığı yaratarak eserin biricikliğine gölge düşürebilir. Böylesi bir yaklaşım, görünenin ardındaki gerçeği gösterir ve okuru geriye dönük bir gözlemci haline getirerek kalıplaşmış neden-sonuç ilişkilerini yıkabilir. Bu sayede okur, sonunda eserden yabancılaşması pahasına da olsa, o anahtarı elinde tuttuğunda, metin bambaşka anlamlar kazanacaktır ve belki de o zaman sanat yapıtı nihai hedefine ulaşmış olacaktır.