Korku, büyülenme ve fanteziyi zengin bir folklor dokusuyla harmanlayan vampir efsaneleri halen insanlığın ilgisini çekmeye devam ediyor. Halk hikayelerinde, edebiyatta ve popüler kültürde varlıklarını sürdürüyor olmaları, onların gizemli cazibeleri ve derin sembolizmlerinin bir kanıtı. Bu kanıt da vampir mitinin evrimi, toplumsal kaygılar ve doğaüstü olayların ebedi cazibesi hakkında çok şey ortaya koyuyor.
Peki bu efsanevi varlıklar nasıl ortaya çıktı?
Vampir Fenomeninin Kökenleri
Birçok akademisyen ve bilim insanı, vampir kavramının kökeninin antik medeniyetlerde yer alan farklı mitlere dayandığına inanıyor.
Yahudi folkloruna göre Adem’in Havva’dan önceki ilk karısı olan ve kötülüğe hizmet eden Lilith vampirlerin atası olabilir. Soyunun lilitu olarak adlandırılan iblislere dayandığı düşünülen Lilith’e mitolojide “gece yaratığı” da deniliyor.
Gizem ve entrikalarla dolu bir figür olan Lilith’in efsanesi şu şekilde: Tanrı topraktan kadın ve erkeği yarattığında bunlar Adem ve Lilith’miş. Adem, Lilith’ten kendisinin boyunduruğu altında olmasını istemiş, buna karşılık Lilith kendisinin de Adem gibi topraktan yaratıldığını ve ikisinin eşit olduğunu söyleyerek ona boyun eğmemiş. Yaşanan bu anlaşmazlık sonrasında Lilith, Cennet Bahçesi’nden kaçmış ve geri dönmemiş. Bunun üzerine Lilith’in gitmesiyle tek başına kalan Adem’e Tanrı, onun kaburga kemiğinden ona biat edecek bir varlık olan Havva’yı yaratmış.
Tanrı’nın da geri dönmesi emrine uymayan Lilith ise Tanrı tarafından cezalandırılmış. Bunun üzerine Lilith, intikam almak için Adem ve Havva’nın soyundan gelen çocukları öldürmeye, insanları baştan çıkarmaya başlamış.
Lilith, doğan bebeği haliyle de onun taze yaşamını, kanını içerek yok etmeye çalışır. Çünkü sonsuz yaşamı tadabilmek için çocuklardan çaldığı hayata ihtiyaç duyar. Eğer taze yaşam, bebek-çocuk bulamazsa hayatta kalmak için diğer varlıkların, insanların da kanını içer; hatta kendi çocuklarını öldürmekten bile çekinmez. – Psikanalist ve Yahudi Mistisizmi Uzmanı Siegmund Hurwitz
Evcilleştirilmemiş, güçlü kadına karşı duyulan korkuyu temsil eden bir anlatı olarak da okunabilen Lilith efsanesi, insanların baştan çıkarılması, kanlarının emilmesi, ölümsüzlük gibi unsurları taşıması nedeniyle vampir yaradılışı ile bağdaşıyor.
Diğer yandan Mısırlı savaşçı tanrıça olarak bilinen Sekhmet’in hikayesinin ilk vampir hikayesi olduğuna inananlar da oldukça fazla.
Efsaneye göre güneş tanrısı Ra, dişi aslan başlı kadın olarak tasvir edilen kızı Sekhmet’i, isyanlarından ve itaatsizliklerinden dolayı öfkelendiği insanlığı cezalandırması için göndermiş. Sekhmet’in gazabı, onu birçok insanı katletmeye ve yutmaya, çılgınca kanlarını içmeye sürüklemiş. Kan dökmenin tadına doyamayan ve durdurulamaz hale gelen Sekhmet, tüm insanlığı yok etme tehdidinde bulunmuş. Bunun üzerine Ra, birayı kırmızıya boyamış ve birayı kan sanan Sekhmet’in gezegeni tüketen susuzluğunu bu şekilde bastırmış.
Sekhmet’in hikayesi, vampir folkloruyla kana susamışlık, dönüşüm, ölümsüz varlık olma gibi unsurlar açısından kesişiyor. Ayrıca vampirlerin esrarengiz ve çok yönlü doğasına benzer şekilde hem yok eden hem de iyileştiren figürlerin ikiliğini ve karmaşıklığını taşıyor.
Antik Mezopotamya’da Sümerlere ait çivi yazısı metinlerde yaşayanlara zarar verdiğine inanılan ekimmu yani huzursuz ruhlardan bahsediliyor. Kan emen varlıklar olarak da tanımlanan ekimmular ilk vampir unvanı için en eski adaylardan birisi. Ekimmu, doğru bir mezar ayini yapılmadan gömülmüş olan ölünün huzur bulamayan ruhunu temsil ediyor. Ekimmuların dünyayı dolaştığı ve varlıklara zarar verdiğine, onların yaşam güçlerini emdiğine inanılıyormuş.
İskandinav mitolojisinde yer alan draugrların da ilk vampir olduğunu düşünenler var. Draugrlar, mezarlıkların ve gömülmüş hazinelerin koruyucusu olarak biliniyor. Diriltilmiş cesetler olan Draugrlar, geceleri mezarlarından çıkabiliyor ve şekil değiştirebiliyormuş.
Vampir efsanesinin doğuşu ve atası olduğuna inanılan daha birçok farklı anlatı bulunmakta. Özellikle Doğu Avrupa halk hikayeleri bu konuda önemli bir referans oluşturuyor.
Bunlardan birisi de Slav efsanelerinde adı geçen bir yaratık olan Vorvolakas. Kötü niyetli ruhlar olarak bilinen Vorvolakasların, kan ve intikam susuzluğuyla yönlendirilen ve yaşayanları terörize eden canlandırılmış cesetler olduklarına inanılıyormuş.
Doğu Avrupa’daki en ikonik vampir efsanelerinden birisi olan Nosferatu ise Rumence kutsal olmayan ve kirli anlamına gelen “nesuferit” kelimesinden türetilmiş. Vampirlerin sofistike imajının aksine uzun parmaklar ve dişlerle grotesk olarak tasvir edilen Nosferatu, yaşayanların kanıyla beslenmek için mezarından çıkan bir gece yaratığı olarak biliniyormuş.
Romanya folklorunda bulunan kötü niyetli, ölümsüz bir varlık olan Strigoi de genellikle vampirlerle ilişkilendirilir. Cadı anlamına gelen strigoilerin, zarar vermek amacıyla yaşayanların dünyasına geri dönen ölülerin huzursuz ruhları olduğu düşünülüyormuş. Strigoiler, mezarlarından yükselir ve sonrasında da ava çıkıp yaşayanların yaşam gücünü alır ve kanlarını içerek hayatlarını çalarmış. Strigoilerin genellikle yaşarken lanetlenmiş, kötü ve ahlaksız bir hayat süren bireyler olduklarına inanılırmış.
Tıpkı Strigoi gibi Arnavut kültüründe de cadıya benzeyen ve vampir kavramının doğuşuyla ilişkili olduğuna inanılan bir varlık var. Shtriga adı verilen varlıklar; karanlık, doğaüstü güçlere sahipmiş, çocukların ve bazen yetişkinlerin yaşam gücünü emdiklerine inanılıyormuş. Bir kadının Shtriga olmasını önlemek için, cesedin kalbine kazık çakma, ağzına sarımsak koyma ve mezara çörek otu serpme gibi ritüeller yapılıyormuş.
Tüm mitoloji ve anlatılarda yer alan ve vampir efsanesiyle özdeşleşen bu tipler, eski korkuların ve kültürel hikayelerin nasıl kalıcı mitlere yol açtığının etkileyici örnekleri. Bu varlıklar, vampir klişesine kalıcı bir iz bırakarak yerel folklorun zamanla daha geniş kültürel olguları nasıl etkileyebileceğini gösteriyor.
Hastalıklar ve Vampirlik İlişkisi
Tarih boyunca, belirli tıbbi durumlar mitlere ve efsanelere ilham vermekle kalmamış, bazen de etkilenenler hakkında yanlış anlaşılmalara yol açmıştı. Kuduz salgınının kurt adam folklorunun çıkış noktası olduğuna inanıldığı gibi vampir efsanesinin de bazı hastalıklardan doğduğuna inanılıyor.
Vampir efsanesiyle büyüleyici bağlantılara sahip iki hastalık ise porfiri ve pellagra.
Porfiri, vücutta porfirin birikmesine yol açan bir grup genetik bozukluğu ifade eden ve kalıcı tedavisi olmayan bir kan hastalığı. Bu hastalık özellikle Doğu Avrupa’da görülüyormuş. Vücudun daha az kan üretmesine neden olan hastalığın belirtileri arasında; ciltte bozulmalara, yanmalara sebep olabilen güneş ışınlarına karşı duyarlılık, diş etlerinin çekilmesi nedeniyle dişlerde oluşan şekil bozuklukları (dişlerin haddinden fazla uzun görünmesi de bunlardan birisiydi) var. Üstelik bu dış görünüş bozuklukları hastaların aynalardan kaçınmasına ve aynalarla barışık olmamasına da neden oluyormuş. Sarımsağın porfiri semptomlarını şiddetlendirdiğine inanıldığı için, doktorlar hastalardan sarımsaktan uzak durmalarını ve kan eksiklikleri nedeniyle de mümkünse kan yapan şeyler tüketmelerini öneriyormuş.
Pellagra ise deri döküntüsüne de sebebiyet veren B3 vitamini eksikliğinden kaynaklanan bir rahatsızlık. Özellikle mısır ticaretinin artmasıyla Avrupa’da görülen mısır ağırlıklı beslenme şekliyle yaygınlaştığı düşünülüyor. Yüksek alkol tüketiminin de pellagraya sebep olduğuna inanılıyor. Pellagra hastalığı, kötü nefes kokusuna, anemiye, güneş ışığına karşı ciltte hassasiyete ve halüsinasyonlara neden oluyormuş.
Porfiri ve pellagra, ışığa duyarlılık, cilt lezyonları ve nörolojik rahatsızlıkların çarpıcı semptomlarıyla, yüzyıllardır insanlığı büyüleyen vampir fenomeni için bilimsel açıklamalar sunuyor. Bu iki hastalıkla ilişkili davranış ve semptomların kolaylıkla yanlış tanımlamaya ve korkuya yol açması ve gelişmiş tıbbi anlayıştan yoksun zamanlar olduğu için de bu tür işaretler sergileyen bireylerin vampir olarak etiketlenmiş olma ihtimali oldukça yüksek. Korku, tıbbi bilgi eksikliği ile birleştiğinde, muhtemelen bu koşulların vampirlikle ilişkisine yol açmış.
Avrupa’da Vampir Vakaları
Yukarıda da örneklerini verdiğimiz gibi dünyanın farklı kültürlerinden, özellikle de Doğu Avrupa’dan halk hikayeleri ve bu mitlerden beslenerek vampirlikle özdeşleşen hastalıklar vampir efsanesinin büyüyerek gerçek bir fenomen haline gelmesinde önemli bir rol oynamış. Vampir folklorunun kalbi Doğu Avrupa’da, özellikle Romanya ve Balkanlar’da yatıyor. Vampir korkusu o kadar yoğunmuş ki insanlar, kazığa bağlama, başını kesme ve cesedi yakma dahil olmak üzere çeşitli vampir karşıtı ritüeller uygulamışlar.
Mezardan kalkıp yaşayanların kanını içen vampir efsanesi ile ilgili gerçek olduğu düşünülen ve sonu tipik vampir öldürme ritüelleriyle sonuçlanan farklı hikayeler de mevcut. Bunlardan birisi ilk vampirin Petar Blagojevic olduğunu söylüyor. Petar Blagojevic, Habsburg İmparatorluğu döneminde sırp köylerinde insanları boğan, sonrasında da kanlarını emen bir savaşçıymış.
1725 yılına ait bir savaş raporunda; bu ismin aslında olaylardan önce ölmüş olduğu ve yaşananlar sonrasında mezarının açıldığı; Petar’ın bedeninde herhangi bir çürüme belirtisi görülmediği ve üstelik ağzından taze kan izleri olduğu yazıyormuş. Söylenene göre, 10 haftadır mezarda olduğu iddia edilen cesete yetkililer tarafından kazık saplandığında etrafa kanlar fışkırmış.
Bu olaydan sonra yine Habsburg İmparatorluğu zamanında yakın yıllarda benzer olaylar görülmüş hatta vakaları inceleyen bilirkişi tarafından 13 kişiye vampir tanısı konulmuş. Olayın başlamasına sebep olan kişi ise Arnold Paole isimli bir askermiş, o da tıpkı Petar gibi sonunda mezarından çıkarılıp kazık saplanarak öldürülmüş.
İşte bu iki hadise, vampir kelimesinin dil bilgisi açısından ilk kez kullanıldığı zaman olarak karşımıza çıkıyor. Bu kelimenin, kökeni bilinmeyen “upir” kelimesinden türediği düşünülüyor, anlam olarak da “ölü kaynaklı potansiyel tehlike” anlamını taşıdığına inanılıyor. Hatta bir iddia da bu kavramın, yaratığın gerçek adını söylememek ve onu çağırmamak adına uydurulduğu yönünde (Tıpkı bizim halk dilinde kullanılan 3 harfliler söylemi gibi). Bu olayların, Aydınlanma Çağı Avrupa’sında oldukça ilgi çektiği ve yayılarak bir vampir takıntısına neden olduğu düşünülüyor.
Vampir efsanesi, Doğu Avrupa’dan tüm Avrupa’ya yayılmaya başlıyor. Vebalar, hastalıkların yeterince anlaşılmaması, vakaların sebeplerinin bilinmemesi ve insan cesetlerinde ölümden sonra meydana gelen değişiklikler, korku ve batıl inançları besliyor. Bu da büyük vampir salgınını tetikliyor.
Veba getiren olarak çevrilen Nosferatu, Rumence “nesuferit” kelimesinin yanlış bir çevirisi olarak ünlendi. Slav kültüründe bu kelime, hastalığı içerebilen “kirli” fikrini akla getiriyor, ancak yalnızca hastalıkla ilgili olduğu sürece bu yanlıştır. – Virginia Üniversitesi Slav Dilleri Doçenti Stanley Stepanic
Tarihi ve ortaya çıkışı kiliseden çok eskilere dayansa da, vampir efsanesinin tüm Avrupa’ya yayılmasıyla birlikte Kilise de bu konuda aksiyon alma gereği duymuş. Fakat Kilisenin bu efsaneye karşı tutumu biraz karmaşık ve çok yönlü oluyor.
İlk başta Kilise, vampirlerin pagan batıl inançların kalıntıları olduğunu söylemiş. Hristiyanlığın yükselişi, eski pagan inanışlarını tek tanrılı ibadetle değiştirmeyi amaçladığı için pagan folklorunun kalıntıları olarak görülen vampir hikayeleri, dini otoriteler tarafından şiddetle reddedilmiş. Kilise, bu tür şeylerin Hristiyan doktrinine uymadığını ve bu nedenle sapkınlık olduklarını söylemiş.
Sonraki yıllarda ise durum değişiyor. Vampir efsanesi gizli biçimlerde varlığını sürdürürken, Hristiyan teolojisi tarafından yeniden şekillendirilmeye başlanıyor. Vampirler artık yalnızca pagan yaratıklar değildi ve Şeytan’ın etkisinin simgesi haline gelmişti. Böylece Kilise, vampir efsanesini günah, iblisler ve iyi ile kötü arasındaki ebedi savaş hakkında eğitici bir hikayeye dönüştürmüş. Bu durum insanların maneviyatını ve kiliseye olan bağlılığını güçlendirmek için kullanılmış ve yapılan propagandalarla günümüzde de popüler kültürde vampir temalı projelerde sıklıkla görülen o sahte gerçeklik yayılmış.
Vampirler, kutsal su ve haçlar da dahil olmak üzere her türlü Hristiyan ikonografisine karşı zayıflık gösteriyor, ayrıca kilise gibi kutsal mekanlara da giremiyorlar.
Tüm bu söylemler, vampir efsanelerinin ortaya çıkmasından çok sonra kilise tarafından yapılandırılmıştı:
İnsanları korkutarak Hristiyanlığa geçmelerini sağlamak amacıyla Kilise, kurtuluşun önemini vurgulamak için Hristiyanlık öncesi ölümsüz yaratıklara ilişkin fikirleri öbür dünya anlayışlarıyla birleştirirdi. (Dorthoy Ivey, The Vampire Myth and Christianity)
Kilisenin vampir efsanelerine karşı tutumu doğrudan inkar ile stratejik manipülasyon arasında gidip gelirken, aslında dini kontrol, din değiştirme ve toplumsal düzenin sürdürülmesi gibi daha geniş hedeflerle paralel ilerliyor. Sonuç olarak Kilise, vampir efsanesini Hristiyan teolojisine dahil ederek, unutulmaz bir pagan mitini kendi doktrinlerini güçlendirmek ve sapkınlığı bastırmak için bir araca dönüştürmeyi başarmış.